27 Aralık 2007 Perşembe

26 Aralık 2007 Çarşamba

ÇİZDİKLERİMDEN - Tanaş Efthimiadis








ANILARIMDAN - Niyazi Galipoğulları

ŞANTİYE VE SEYAHAT ANILARI VIII.

Alman Kalfa Türkçe Öğreniyor

Seyit Ömer Santralı kazık temelleri başarı ile bitti. Bundan sonra gideceğim yer belliydi, (1971). ‘’I. Boğaz Köprüsü Yaklaşım Viyadükleri’’ Boğaz köprüsüne Avrupa yakasından yaklaşan viyadükler. Üç viyadük inşaatı da mukavele kapsamında idi. Viyadüklerden ikisi Balmumcu ile Boğaz köprüsü arasında iki vadiyi – biri Ortaköy Deresi üzerinden- geçiyor, biri Balmumcu ile Barbaros Bulvarındaki Subay evleri arasındaki vadide geçişi sağlıyor.

Yüklenici; ENKA ile W&F Batı Almanya firması arasında kurulan Ortak Girişim Ortaklığı. Proje müdürü ve yardımcısı W&F’den arazi şefleri ENKA’ dan. Arazide yapılan işleri üçe ayırdık. Toprak işleri ve temeller benim sorumluluğuma, temellerin üstü ve üst yapı Cezmi Gürsoy’un sorumluluğuna, her türlü şantiye imalatı (Prefabrik elemanları, B.A.demiri hazırlanması, kalıp pano imali ve kirişlerin yerleştirilmesi gibi.) Erhan Radau’nun sorumluluğuna verildi. Viyadük ayaklarının temelleri kazık temeller üzerinde oturuyordu. Kazık temel işini yan kuruluşlarımızdan Kasktaş’a taşeron işi olarak verdik. Taşeron yönetimi Temiz Üstün’e (Temiz abi) verildi. Erhan evli biz üçümüz de bekârdık. Dördümüz de çok iyi anlaşıyorduk. Beraber çalıştığımız süre içinde ilişkilerde en küçük bir sorun bile yaşamadık. Herkes işinden memnun canla başla çalışıyor, biz bekâr üçlüsü de bazı akşamları İstanbul’un gece hayatını teneffüs ediyorduk. Alman elemanları ile iş ilişkilerimiz de iyi bir düzeyde devam ediyordu. Herhangi bir sorun halinde iki taraf da konuya olabildiğince olumlu yaklaşıyor ve sorun olumlu bir sonuca bağlanıyordu.

Kendimize Balmumcu villalarından birini kiraladık. Çalışmalar gece gündüz devam ediyor. Rotasyonla gece nöbetine kalıyoruz. Villa bu çalışanlar için kiralandı. Betonlama işi erken biterse o akşam İstanbul’u teneffüse devam ediyoruz. Bu arada belirtmem gereken küçük bir şey; eve dönüş saati sabaha yakın bir saat olduğunda Galata Köprüsü açık oluyor ve yol açılıncaya kadar pikapta bir süre uyumak zorunda kalıyordum. Klaksonlarla uyanmak zor değildi zaten. Çalışmalar ve aylık üretim miktarları programın önünde devam ediyor. İşin hızından idare (T.C.K.) ve bizim patronlar memnun.

Viyadüklerin inşaatında kullanılan yöntemler o zaman için Türkiye’de kullanılan yöntemlere göre daha ileri bir teknoloji ürünü. Yeni yöntemler daha ekonomik ama bilgi istiyor. Bu nedenle bazı iş kalemleri için Alman kalfa kullanma zorunluluğu vardı.

Gelen Alman kalfaları ile bizim işçiler kısa zamanda kaynaştı. O kadar ki, inşaat sahasında dolaşırken konuştuğum ustalar-hepsi Türk- yaptıkları işleri anlatırken, bazı kolaylıkları Alman kalfadan öğrendiklerini özellikle belirtiyorlardı. ‘’Peki, nasıl anlaşıyorsunuz?’’ diye sorduğumda; ‘’Ben dedim, o dedi, ben şöyle açıkladım, o dedi ki.’’ v.s. gibi cevaplar alıyordum. Şaşılacak şey, bizimkiler Almanca bilmiyor, onlar Türkçe bilmiyor, ama her iki taraf anlaşmada güçlük çekmiyor. İnanılır gibi değil. Türk insanının yetenekleri böyle fırsatlarla daha iyi anlaşılıyor.

Aradan bir kaç ay geçtikten sonra, işaretleşmelerin ağırlıkta olduğu karşılıklı konuşmalarda işaretleşme oranı hızla düşmeye başladı. Bu gözlem, bir tarafın diğer tarafın dilini öğrenmeye başladığının kanıtıydı.

Bir gün yine çalışılan bölgelerden birinde çalışmayı izliyorum. Alman kalfa bir ara;’’Bana igi done galas ver. (Tercümesi; bana iki tane kalas ver.)’’ deyince Türkçeyi hangi yöre insanından öğrendiğini anlamıştım.

Polatlı Top ve Füze Okulu (Ekim-1971)

Bir gün durumumu öğrenmek amacı ile erkenden Askerlik Şubesine uğradım. Giresun dönüşü başvurmuştum, almamışlardı. Oysa şimdi ‘’Hemen gidiyorsun.’’ dediler. İki gün sonra sınava girecek ve sınıfım belli olacaktı.

Durumu proje müdürlüğüne, yönetici ve patron abilerime ilettim. Beklenmedik bir haber olmuştu ama askerliği de tamamlamak zorundaydım. Sınava girdim, topçu sınıfına seçilmiştim. Matematik sorularında başarılı olmuşum demek. Bir kaç gün içinde ver elini Polatlı Top ve Füze Okulu. (1971) Yedek subay öğrenciliği altı ay sonra bir yıl kıta.

Hala anlatıyorum askerlik anılarımı. Okul hayatına tekrar dönmüştüm adeta. İlk verilen elbiseler, asker tıraşı, karavanın lezzeti, yemek öncesi duamız, askeri disiplin altındaki yaşantımız, hepsi ayrı bir konuya kaynaklık edecek nitelikteydi.

Kıta yer ölçmesi sınıfına seçilmiştim. Hedefin koordinatlarını topçulara bildiriyorduk. Ayrıca koordinat hesapları ve ilgili problemlerin çözümleri görevlerimizin bir bölümü idi. Altı aylık yedek subay eğitimi güzel anılarla tamamlandı.

İlk ay okul dışına çıkmamıza izin verilmedi. Temel eğitimi aldıktan ve yemin töreni tamamlandıktan sonra çıkış iznini aldık. Dört arkadaşla birlikte Polatlı’nın meşhur hamamına gittik. Kendimizi tellakın ellerine teslim ettik. Adam ovalamıyor derimi yüzüyor sanki. Askerim ya, gıkım çıkmıyor. ‘’Abi sen Topçu Okulunda askersin dimi?’’ Hayret nasıl da anlamıştı! Hamamdan çıktık, hepimiz pırıl pırıl. Doğru o zamanın an güzide eğlence yerine, yedek subay öğrencilerine izin verilmiş kahveye –kıraathane- gittik. O zamanlar kıraathaneler henüz ‘’cafe’’ olmamıştı. Kâğıt, tavla derken gün doldu. Bazı hafta sonları Ankara’ya da giderdik. Ankara’ya önceleri iş için giderken, öğrenci olarak gitmek bana ilginç gelmişti.

Yıldızlarla Yer Ölçme

Önceden haber verildi. 24.00’te Topçu Tepe’ye çıkacak ve oradan yıldız gözlemi yapılacak. Ölçmeciyiz ya; yıldızlardan faydalanarak hem bulunduğumuz yerin koordinatlarını ve yönümüzü bulacağız.

23.00’te uyandırıldık. Çarçabuk giyindik, on beş dakika içinde hazırdık. Yatakhanenin önüne geldik, bekleyen GMC’lere bindik ve titreye titreye Topçu Tepe’ye ulaştık. Kamyon yolculuğumuz neyse ki fazla sürmedi. Araçlardan indik, her ölçme aletinin başına birer manga –on bir kişi- toplandık. Hocamız bir binbaşı. Hepimizin çok sevdiği bir subaydı. Bize ölçmede kullanılan yıldızları tek tek gösteriyor. Büyük Ayı, Küçük Ayı, Kutup Yıldızı, Sirrus Yıldızı v.s. ve çıplak gözle görülebilen gezegenler. Aletlerle de ayrıca bazı işlemler yaptık. O kadar zevkli bir çalışma oldu ki, soğuğu (- 20°C) unuttuk. İşimiz bittikten sonra doğru sıcak yatakhaneye ve balıklama ranzalı yataklara.

Isparta (1972)

Top ve Füze Okulu’nu başarı ile tamamladıktan sonra meslek kurasından Isparta inşaat Emlak Komutalığı çıktı. Yol izni hatırladığıma göre on gündü. Önce İstanbul’a döndüm. Bir nişan vesilesi ile bu arada eşimle tanıştım. İki sene sonra evlendik zaten. İstanbul’dan otobüsle Isparta’ya geçtim. Demirel kardeşlere ait Isparta Oteline yerleştim, ertesi gün teslim oldum. İnşaatlardaki deneyimim anlaşılması üzerine inşaat emlak komutanı tarafından inşaat bölüm amiri (4.ci Bölüm) seçildim. Sivil hayattaki kontrol amirliğine karşılık geliyordu. Bu görevi büyük bir zevk ve heyecanla terhis oluncaya kadar yürüttüm. Çalışma hayatımda ilk kez inşaatlarda işveren tarafında çalışıyordum. Bu deneyim bu açıdan da benim için ayrıca önemliydi.

Isparta, Burdur, Denizli ve Antalya illerindeki askeri inşaatları bizim daire denetliyordu. Hemen her ilde ve çoğu ilçede askeri inşaat yatırımları vardı. Bu arada Burdur deprem hasarlarını da yerinde inceleme fırsatını buldum. Meydana gelen hasarlardan ders alınmamış olacak ki Adapazarı ve Düzce depremlerinde de aynı tür hasarlar sanki bize,’’Biz hala buradayız.’’ der gibiydi.

Görevli olduğum yere ya askeri ciple ya da otobüsle gidiyorduk. Ben her zaman cipi tercih ediyordum. Maceralı yolculuklarımız oldu. İnşaatlara ya kontrol için ya da geçici ve kesin kabul işlemleri için gidiyorduk. Müteahhitler benim konu hakkında deneyimli olduğumu bildiklerinden, gördüğüm eksik ve kusurlu işlerde bana pek itiraz etmiyorlardı. En uygun tamir yöntemlerini söylüyordum. Bu tutumum hem inşaatların kalitesine olumlu yönde katkısı oluyordu hem de müteahhit ile işveren tartışmalarını en aza indiriyordu. Herhangi bir teknik eğitimden geçmemiş müteahhitlik şirket patronları ile anlaşmakta bazen zorlanıyordum. Bazı eksik ve kusurların nedenlerinin ellerinde olmadığını anlatmaya çalışıyor fakat bu açıklamaları kendilerini bile tatmin etmiyordu. Açıklamalar bazen değişik esprilere kaynaklık ediyordu.

Eksik ve kusurlu olan iş kalemleri bir liste halinde düzenleniyor ve bir kopya müteahhide veriliyordu. Tamamlama süresi sonunda tekrar bir kontrol yapılıyor ve kesin kabul tutanağı hazırlanıyordu Fakat ortaya çıkan en önemli sorun, İnşaat Emlak tarafından oluşturulan ekibin kesin kabul tarihine kadar askerlik hizmetlerinin bitmesi idi. Ekip değişince ortaya yeni sorunlar çıkıyordu. Müteahhitler de bunu bildiği için geçici kabul tutanağındaki eksikleri sanki bitmiş gibi gösterebiliyorlardı. Benim kabullerde izlediğim yol ne pahasına olursa olsun inşaatları en kısa zamanda her işlevi ile kullanıma hazır hale gelmesini sağlamaktı. Müteahhitlerin üstüne gidip onları maddi olarak ve yasal zorunluluklarla karşı karşıya bırakmak zaman kaybından öte bir işe yaramıyordu. Bu yöntemle en iyi sonuçlarının elde edileceğine inanıyordum.

Kabul sonlarında adet olduğu gibi hep birlikte yörenin en iyi lokantalarından birinde müteahhidin misafiri oluyorduk.

İskenderun Demir Çelik (İSDEMİR) (1973)

Askerliğimin bitimi ile iş hayatımda yeni bir devir başladı. İskenderun’a tayinim çıktı. (02/Ocak/1973) O sırada Türkiye’nin en büyük yatırımı İskenderun Demir Çelik Fabrika İnşaatı, aynı zamanda bugünkü kalburüstü yüklenici firmaların bir bakıma doktora yaptığı bir yatırımdı. ENKA olarak bizim üç şantiyemiz vardı. Ben Kütük Haddanesi İnşaatının proje müdür yardımcısı görevi ile işe başladım. Belki haddehane diye yazmak gerekiyor ama ben konuşulduğu gibi haddane diye yazmayı uygun gördüm. Proje müdürümüz Seyit Ömer Santralı İnşaatında bizim kontrol amirimizdi. Kısa bir süre sonra Tunçbilek Santralı İnşaatı’nın proje müdürlüğüne tayin edildi; ben de ISDEMİR’in en büyük şantiyesinin proje müdürü oldum. Baraj şantiyeleri dışında Türkiye’nin en büyük şantiyesiydi.

Teknik yönetim kadrosu benimle birlikte başlangıçta dört kişiden ibaretti. Muammer Soyupak, Öcal Özpınar ve ailece İskenderun’da yaşayan Kaplan Aksak. Dördümüz de bekârız ve Kaplan dâhil hepimiz şantiye binasındaki odalarımızda yatıp kalkıyoruz. Şantiye olarak iddialı olduğumuz için neredeyse günde yirmi dört saat çalışıyoruz. Toplantılarımız geç saatlere kadar sürüyor. En kavgacımız Kaplan, en uysalımız ise Muammer. Muammer aynı zamanda nişanlı. Aldığımız kararları ertesi gün eksiksiz uyguluyoruz. Akşam yine toplanıyor ve günün muhasebesini yapıyorduk.

Türkçe Öğrenen Ruslar

Ruslarla başlangıçta anlaşmakta güçlük çekiyorduk. Onlarda Türkçeden vazgeçtik, İngilizce de yoktu. İşaretlerle, bağırıp çağırarak – sanki bağırınca anlayacaklarmış gibi – anlaşmaya çalışıyorduk. Yanlarında tercümanları varsa tabii ki sorun yoktu. Bazen akşama doğru kollarımın yorulduğunu hissediyordum sanki. Aramızda Ruslarla en iyi iletişimi Kaplan kuruyordu. Avaz avaz bağırıyor, anlamazsa sırtına tokadı indiriyordu. Bu yüzden Kaplanı anlamayan Rus kalmamıştı.

Aradan bir yıl geçmeden, anlaşma sorunu neredeyse ortadan kalktı. Rusların çoğu Türkçe öğrenmişti. Küfürler dahil bir çok argo sözcüğü bile rahatlıkla kullanıyorlardı. Haftalık toplantılar tercümanlar ile yapılabiliyorken, şimdi toplantıda en az konuşan tercümanları oluyordu. Bu mucize, yani toplantılarda tartışacak ve konuşacak derecede nasıl öğrenmişlerdi Türkçeyi, nasıl gerçekleşmişti hala çözmüş değilim. Buna rağmen Kaplan, otoritesinden bir şey kaybetmemek için ses tonunda herhangi bir değişikliğe gitmedi.

Bauma

Bauma her yıl Almanya’da kurulan inşaat makineleri ağırlıklı bir inşaat fuarının adı. Önceleri Hannover’de kuruluyordu, şimdi Münih’in eski havaalanının olduğu yerde kuruluyor.

ENKA karar vermiş yöneticilerden bir kısmı fuara gidecek, o sıralarda fuarın yeri henüz değişmemiş. Fuar kadrosunda olduğumu ENKA’nın İSDEMİR İnşaatları başmühendisi Nejat Abi’den öğrendim. Çok sevindiğimi itiraf etmeliyim. Sevinmemin nedenleri çoktu; ilk yurtdışı seyahatim olacaktı, herkesin ballandıra ballandıra anlattığı Almanya’yı görecektim, o sırada nişanlı olduğumdan nişanlıma hediye alacaktım, bu vesile ile biri giderken diğeri dönerken iki kez İstanbul’da nişanlımla birlikte olabilecektim, özellikle inşaat makinelerindeki son gelişmeleri öğrenecektim vb.

Yurtdışı çıkışlarında belli miktarda döviz bulundurmak zorunluluğu vardı, ne eksik ne de fazla. Oysa benim çok daha fazlasına gereksinim vardı. İskenderun’da her türlü döviz bulunabiliyordu. Bir Alman Markı(DM) beş TL idi. Hemen tek banknot halinde bin DM satın aldım.

Yeşilköy Havaalanı’nda (Havaalanının adı Atatürk Havaalanı olarak değiştirilmemişti.) pasaport ve gümrükten sorunsuz geçtik. Bin Mark’ı pantolonumdaki saat cebine yerleştirmiştim. Uçağa bindik, Cezmi ile birlikte oturuyoruz. Havalandıktan sonra ilk siparişimiz viski oldu. Uçakta ilk kez viski içecektim. Bir tek viski yanlış anımsamıyorsam 2.-DM idi. Hannover Havaalanı’na indik. Fuar nedeniyle hepimize aynı otelde hatta aynı şehirde yer bulunamamıştı. Benimle birlikte dört arkadaş Hannover’in banliyösü olan Braunschweig’da kalacaktık, Hannover’den trenle yaklaşık yarım saatlik bir uzaklıktaydı. Tugay’la istasyona geldik, ancak trene birkaç saat daha var. Ne yapabiliriz diye düşünürken, vitrini güzel düzenlenmiş ve raflarında değişik parfümler olan bir dükkan gördük. Yakından seyretmek için yanaştığımızda buranın WC girişi olduğunu anladık. Biraz şaşırmıştık ama olsun, bu da bir deneyimdi. Duvarlarda film afişleri vardı, hem de ilginç filmler! Üstelik sinema istasyonun içindeydi. Bilet aldık fuayeye geçtik. Filmin başlamasına az bir zaman var, büfeden bir şeyler içtik. WC’ ye gitme ihtiyacım oldu, WC’ ye gittim, kapı açılmıyor. Zorlandım, mümkün değil. Tugay’da geldi, biz iki kişi bir kapıyı açamıyoruz. İçeriden de ses gelmiyor. Boş olduğu belli. Yeni strateji belirlemeye çalışırken bir Alman geldi, kapının yanındaki yarığa parayı attı, kapı açıldı ve içeri girdi. Çok içerledik doğrusu. WC işi de böylece çözüme kavuştuktan sonra, salona girdik, filmi seyrettikten sonra perona indik. İstasyondan çıkmadan üç saat geçirmiştik. Diğer arkadaşlarla Braunschweig’taki otelde buluştuk. Yarım saat sonra lobide buluşmak üzere odalarımıza çıktık.

Braunschweig’ta Akşam Yemeği

Otelimize yerleştikten sonra sıra akşam yemeği için uygun bir yer bulmaya gelmişti. Beşimiz kravatlı, ceketli otelden çıktık. Yakınlarda bir lokanta arıyoruz. Aramızda Almanca bilen yok, ama yine de kötümser olamıyoruz. Bir lokanta bulduk, içeri girdik, garson kıyafetlerimizi görünce bizi güzel yerde yuvarlak bir masaya buyur etti. Masanın etrafına oturduk, tam biralarımızı ısmarlarken konuşmasından, duruşundan sarhoş olduğu belli olan bir Alman yanımıza geldi, hepimizle ayrı ayrı tokalaştı, kendine bir sandalye çekti ve masamıza oturdu. Birkaç sözcük Almanca, biraz İngilizce ile anlaşmaya çalışıyoruz. Biraları kendisi ısmarlamak istiyordu. Anlaşılan bizi çok sevmişti, ne de olsa kravatlı ve ceketliydik. Karşılıklı sağırlar diyalogundan sonra, milliyetimizi sordu. Biz de tahmin etmesini istedik. İtalyan, İspanyol, Yunan, Yugoslavyalı tahminlerini yürüttü. Bulamayınca ona Türk olduğumuzu söyledik. Yanlış mı duyuyorum diye tekrar sordu. Cevaptan emin olunca, yavaşlatılmış film gibi ayağa kalktı, sandalyeyi yana aldı, geri geri yürüyerek bizden uzaklaştı, hesabı ödedi ve hızla lokantayı terk etti. Bu sahnenin yorumunu yapmayacağım ama bizim o andaki şaşkınlığımızı tahmin etmek zor olmasa gerek. Otele döndüğümüzde olayın şokunu hala üzerimizden atamamıştık. Ertesi gün tanığı olacağımız bir olayın Almanya’daki Türklerin durumunu bir ölçüde özetleyeceğini bilemezdik.

Ertesi gün trene bindik, Bauma’ya gidiyoruz. Vagonun sol tarafında karşılıklı ikişer kişilik koltuklar, sağ tarafında karşılıklı birer kişilik koltuklar sıralanmış. Biz dört kişi olduğumuzdan sola oturduk. Sağda karşılıklı bir çift oturmuş, alçak ama çok alçak sesle konuşuyorlar. Kadının başında kocaman tüylü bir şapka, makyajı son derecede kötü, erkek tipik Bavyera ceket ve dize kadar pantolon giymiş, yeşil elbisesinde hakim renk. Alman olmadığı esmer, bıyıklı olmasında ve elbise kumaşından yapılmış şapkasının olmamasından belli. Türk oldukları belli ama yine de emin değiliz. Konuşma şekillerinden, el hareketlerinden tartıştıkları anlaşılıyor. Biz bir taraftan konuşurken arada belli etmeden karı kocayı yan gözle izliyoruz. Aniden kadın silkindi, nerdeyse bir bavul büyüklüğündeki çantasını yanından çekti ve bütün gücü ile adamcağızın kafasına indirdi. Sonra hiçbir şey olmamış gibi ikisi de fısıltılı konuşmalarına devam ettiler. İşte bu sırada hafif de olsa yükselen ses tonlarından Türk oldukları anlaşıldı.

KİBAR BEY - Berat Karabay

GÜMÜŞSUYU’NUN YALNIZ BEYEFENDİSİ

Teknik Üniversite’ye başladığımız günlerde onu da tanıdık.

Yaşı herhalde 40’ın üzerindeydi.Demirel’in sınıf arkadaşı olduğu söyleniyordu.

Gümüşsuyu Yurdunda kalırdı.

Bu yaşa gelinceye kadar öğrenciliğini sona erdirememişti veya sonlandırmak istememişti.

Yurt’un zemin kattaki lokalinin vazgeçilmez müdavimiydi.

Onu çoğu zaman satranç oynarken görürdük,bazen radyo başında olurdu..(o zamanlarda TV yoktu),bazen de 3-5 gazeteyi masasına çeker ve hepsini teferruatlı bir şekilde okurdu.

Spor Totoya aşırı derecede meraklıydı, her hafta en az 10 kupon doldururdu ama parası yetişmeyeceğinden bayiye yatıramazdı.hatta arkadaşlardan biri ‘’ Çok korkuyorum birgün 13 tutturacak ve ondan sonra niçin kuponu yatrrmadım diye kendini dağıtacak’’şeklinde bir espri yapmıştı.

Kimseyle samimi olmazdı…ama sıcakkanlıydı,sohbete davet eden arkadaşlara iştirak ederdi.

Mahalli seçimler sırasında Gümüşsuyu Mahallesi muhtarlığına aday olması için arkadaşlar onu ikna ettiler ve seçimlere girmeyi kabul etti…Yurtta kalanların büyük çoğunluğunun oyunu alması beklendiğinden Muhtarlığı kesin gibiydi…ancak seçime 4 gün kala ne hikmetse adaylıktan çekiliverdi.

Ve… beklenen gün geldi…Hocaları öğrencilik süresini yeterli gördüklerinden veya son bir gayretle derslere eğildiğinden mezun oldu.Yurt mikrofonundan mezuniyeti anons edilince bütün lokalde büyük bir uğultu koptu ve omuzlara alındı.Artık mühendis olmuştu.

Sonraki günlerde ve haftalarda onun Yurt’tan ayrılacağını ve çalışmaya başlayacağını düşünenler yanıldılar..O yine Yurttaki hayatına aynen devam ediyordu.

Bir gün 7-8 kişinin katıldığı bir sohbet sırasında arkadaşlardan biri ‘’niçin çalışmıyorsunuz’’ şeklinde bir soru yöneltti..cevabı cok netti..’’Ben emeğimi kimseye sömürtmem’’ diye cevap vermişti.

Aşırı derecede hassastı…nazikti…kimseyle tartıştığı veya sinirlendiği görülmemişti.

Yurttaki tüm arkadaşların sevgisini kazanmıştı.

Herkesle ölçülü bir şekilde sohbet ederdi,özel hayatından fazla detay vermezdi.

Hakkında bilinenler bu sebeple azdi.

……………………..

Bundan yaklaşık 15 yıl önce Mühendislik mecmuasında ölüm haberini okudum…

Gerçekten Gümüşsuyu Yurdunun kibar bir beyefendisiydi Kibar Bekiroğlu..

Kendisini rahmetle anıyorum.


Berat Karabay İZMİR 25.12.2007

BENİM LAMBALARIM - Veli Akçaoğlu

Lamba denince hemen çocukluk dönemimin zor günleri canlanır anılarımda. Lamba, o günlerde, yani 1950’li yıllarda, mahallemizdeki vazgeçilmez aydınlatma aracıydı. Mahallemiz Tekirdağ’ın doğu ucunda, yeni yeni ortaya çıkan, göçmenler ve civar köylerden gelenlerin ortaya çıkardığı bir yerleşim alanıydı. Elektrik yoktu. Evlerde, herkesin ortak aydınlatma aracı gaz lambasıydı. En yaygın kullanılan çeşidi beş numara gaz lambalarıydı. En yaygın marka ise “Şavk” isimli olanıydı. Biraz daha pahalı olanlarında, ışık arkasında küçük bir ayna bulunurdu. Bizim lambamız aynasız, en ucuz olanlardandı. Gece yatarken lambamızı kısar, küçük bir fitil ateşini yanar bırakırdık. Sabah kalktığımızda lamba şişesi isten kararmış olurdu. İlk işimiz lambayı silmek, akşam için temizlemek olurdu. Lamba şişesinin içini hohlar, isini biraz yumuşatır, sonra da bir bez parçasıyla silerdik. Kapkara lamba şişesinin bir bez parçası ile pırıl pırıl olması bir sihir gibi görünürdü gözümüze. Bu iş anlatıldığı kadar kolay olmazdı. Bazen küçük dikkatsizlikler yüzünden lamba şişesinin kırıldığı da olurdu. O zaman para bulup yeni bir şişe almak için bakkalın yolunu tutardık. En dertli iş fitillerin değiştirilmesiydi. Fitil bitince yenisini takmak için eskisini çıkarmak ve fitil mekanizmasına yeni alınanı takmak gerekirdi. Bu da ellerimizin tamamen gaz yağına bulaşması demekti. Gaz yağının ellerimizden temizlenmesi için de sabun gerekirdi. O sabunu da bul bulabilirsen. Gazın bitmesi de ayrı bir sorun yumağıydı. Her seferinde lambanın ancak haznesini dolduracak kadar gaz alabilirdik. Yedekte gazımız olduğunu hiç anımsamıyorum. Gaz gece vakti bitti mi, sabaha kadar karanlıktayız demekti. Erkenden yatar, sabahın köründe kalkardık. Yaz günleri neyse de, bu durum kış günleri bizi çok sıkıntıya sokardı. Yere serdiğimiz döşeklerin içine girer, yorganlarımızı başımızın üstüne kadar çeker, soğuk odamızda sabahı zor getirirdik. Lamba deyince benim aklıma çocukluk günlerimdeki beş numara lamba şişesi, fitil ve gaz yağı ile bunların teminindeki zorluklar gelir. Hasan’ın resmini gönderdiği lambalardan haberimiz bile yoktu. Lamba ile ilgili hoş anılarım olmaması nedeniyle olsa gerek, lambanın en güzeline bile bakasım yoktur.. Bizimkilere ne kadar benzediklerini anlamak için Hasan’ın lambalarını yakından görmek isterdim.


Benim lamba ile ilgili anılarım da işte böyle. Karanlık gecelerde bizleri aydınlattı ama yine de anılarım arasında hoş çağrışımları engelleyen bir yeri vardır lambaların.


Hasan kardeşimin bu konudaki imrenilecek merakı ve konuya yaklaşım biçimi, belki lambalar hakkındaki olumsuz anılarımı unutturup, onlara daha sıcak bir bakışla yaklaşmama neden olur.


Selam, sevgi ve sağlıklı günler.

Veli Akçaoğlu

GECE LAMBALARI - Hasan Sümer

Tango, kurmali pikap derken sirada fitilli gece lambalari var….Bu lambalarda ne var bilmiyorum ama beni cocuklugumdan beri hep cezbettiler…Belki o muhtesem sanat eseri sekilleri, belki rengarenk siseleri, belki de biraz hayal kurarken titrek isiklari ile eski evlerin hikayelerini aydinlatmalari…Aslinda bayagi da iyi aydinlatiyorlar, soyle bes alti tanesini koy bir salona, degme zevkine…

CCCP doneminde Rusya’da calismam bu zevkimi genis sekilde tatmine yardimci oldu. Once Rusya’nin muhtelif sehirlerinden sonra da Turkiye de bile bulup topladim.

Sayi cogalmaya baslayinca evde yerlestirmeye ustteki resimdeki gibi bir kose ile basladim.Tabii koku ve is yuzunden evde devamli kullanilma imkanlari olmadigindan kendim niye kullanilacak bir seyler yapamiyayim diyerek yola ciktim. Bosalmis bes litrelik bir viski sisesine gozumu diktim. Elektrik tesisatini yerlestirebilmek icin dibinin delinmesi isi evdeki takimlarla yurumeyince, bir bilen bu isi yapanlarin Galata Kulesi civarindaki sokaklarda bulunduklarini ogretti. Gidip buldum megerse ortasi delik matkap ve bor yagi ile sogutularak deliniyormus. Sira geldi ustune.. Kapali Carsida ,Bedestenin yaninda eski Osmanli kumas, cevre ve bezlerini satan dukkanlar vardir.

Cevreler de genelde altin veya gumus iplik ile isli olduklarindan, desenleri ile muhtesem bir goruntu olustururlar. Cizdigim ustlugun ,boyuna sekline uyacak bir seyler secmek te, gel git bir kac gunumu aldi. Ortakoyden tanidigim buna benzer isler yapan Guzel Sanatlar mezunu bir hanim da metal karkas ve ampul yandigi zaman gorunmemesi icin gerekli astar vs’yi halletti. Gerisini de mahallenin elektrikcisi…

Geldi mi bana bir heves..Sanirsin lambaci olduk.. Eski bakirlarin cevrelerle iyi uyusacagini dusundugumden dogru Beyazit Bakircilar Carsisina. Resimdeki gibi bir ,iki, ibrik tipi bakir, sonra eski semaverler gibi degisik seyler aldim. Sonra gene cevreci..

İstanbul da calistigim donemde on tane kadar yaptimdi. Yaptiklarimin hepsinin resmini gondermek isterdim, ama Fas’ta yanimda degiller. Bir kac tanesini benim kiz kapti. Emeklilikte, vakit bulup daha guzellerini yapabilme umidi ile elimdekiler ile keyif yapiyorum…

İste bu da boyle bir merak…















H.Sumer

Tanca 23.12.07