26 Ocak 2008 Cumartesi

KABAKLARIN STABİLİTESİ - Berat Karabay

Unlu profesor elastik stabilite dersini veriyordu. Muhendislik ogrencilerine 40 dakikalik 3 dersi arka arkaya veriyordu. Her zamanki gibi derse 20 dakika gec geldi, 40 dakika dersini verdi, 30 dakika teneffus yapti, her zamanki gibi... ikinci ve son 40 dakika ders icin ogrenciler hoca'yi bekliyorlardi, ucuncu 40 dakikayi hoca vermezdi.... ve hoca sinifa girdi, bir ogrencinin karatahtalari silmesini soyledi, bir ogrenci kalkti, tahtayi silmeye basladi, fakat... hocanin gur sesiyle herkes irkildi, hoca gayet yuksek sesle “Dur” dedi... “Kim yazdi bunu?” dedi.. Butun ogrenciler gozlerini karatahtaya çevirdiler, tahtada bir balkabagi resmi vardi, yukaridan bir F ok isaretiyle balkabagina bir kuvvet uygulanmisti ve resmin yanina da buyukce “Kabaklarin Stabilitesi” yazilmisti, anlasilan teneffuste bir ogrenci bir espri yapmak istemis ve boyle bir cizim yapmisti. Fakat hoca cok kizgindi ve soluyordu, tekrar sordu “Kim yazdi bunu?” ...yine cevap yoktu. Hoca hisimla elindeki tebesiri savurdu, Bunu yapan esas kendisi kabaktir, ben boyle kabaklarin bulundugu sinifa ders vermem dedi,ve dersi birakip hizli adimlarla siniftan cikti, gitti. Profosor ertesi hafta derslere gelmedi, sinif adina birkac ogrenci, ozur dilemek ve hocayi yumusatmak icin kursusune gittiler, fakat hoca cok kizmisti, ertesi hafta da derslere gelmedi,butun siniftan vesikalik fotograflarini istedi, herhalde bazi ogrencileri sinifta caktiracakti, vesikalik resimler arkalarina ad-soyad yazilarak verildi. Hoca 5 hafta derslere gelmedi, ogrencilerin muteaddit defa ozur dileme seanslari sonunda meyvesini verdi, hoca yumusadi ve tekrar derslere girmeye basladi...
Evet bu olayi ben ozetlerken ,tabiiki bazi arkadaslarimiz hemen hatirladilar. Olayimizdaki profosorun adi Orhan Unsac.... ITU Insaat fakultesinde 5. siniftaki Elastik Stabilite dersine giriyordu, 1967-1968 ders yilinda cereyan etti bu olay, yani bizim sinifta. Celik, betonarme, tatbiki mekanik ... kolundakilerin takibettikleri derste.
Bugun bu olayi sorgularken sunlari dusunmeden de edemiyorum. Hoca neden bu kadar cok kizdi? Universitede bu kadar otorite boslugu var miydi ki, bir profosor keyfine gore derslere 5 hafta gelmiyordu. Biz ogrenciler bu olay karsisinda daha buyuk bir tepki koyup hocanin derslere girmesini saglayamaz miydik? Bugunun universitelerinde boyle bir keyfi yaklasim gorulebilir mi?
Evet arkadaslar ...cok iyi bir hoca olan ve gercekten bilimsel yonden cok degerli olan ,cok anlasilir ve basit tarzda ders anlatan rahmetli hocamiz Profosor Orhan Unsac' i bu vesileyle bir kere daha anmis bulunuyoruz.
Ekte degerli hocamizin yasam oykusu....
Sevgiler

Profesör Orhan Ünsaç
Orhan Ünsaç 1917 Yılında Üsküdar'da doğdu Babası Hünkar Yaveri Hasan Defterdaroğlu’ dur. 1933 yılında girdiği Yüksek Mühendis mektebinin Yol Şubesinden 1939 yılında üstün başarılı bir öğrenci olarak mezun oldu. 3 yıl yedek subaylık devresinden sonra 1942 yılında Yüksek Mühendis Mektebine asistan atandı. Mukavemet ve Yapı Statiği dersleri veren Prof. Fikri Santur’un yardımcılığını yapmaya başladı. 1945 yılında doçent oldu. 1947 yılında Amerika Birleşik Devletlerine gönderildi. California’ daki Stanford Üniversitesi’ nde Prof. Timoshenko ile iki yıl boyunca çalıştı. Daha sonra bir yıl da University of İllinois’ da Prof. Langhaar ile çalıştı. Amerika'da stabilite ve enerji yöntemleri üzerinde ağırlaştırdığı çalışmalarının bir verimi Prof. Fikri Santur için çıkarılan anma kitabında eğri eksenli bir çubuğun burkulması konusunda yazdığı makalede kendini gösterir. 1951’ de Teknik Mekanik ve Genel Mukavemet Doçentliğine atanan Orhan Ünsaç 1953 de aynı kürsüde Profesör oldu. 1958-59 yıllarında Rhode Island’ daki Brown Üniversitesinde Fullbright profesör’ü olarak bulundu. Bu sıralarda plastisite ve viskoelastisite konularında çalışmakta idi. 1967 yılında Prof. Dr. Mustafa İnan’ın ölümünden kendi isteği ile emekliye ayrıldığı 1983 yılına kadar Kürsünün ve 1982’ de dönüştüğü Mekanik Anabilim Dalı’ nın başkanlığını yaptı.

Prof. Dr. Orhan Ünsaç’ ın on altı değerli bilimsel yayını vardır. Fakat daha önemli eseri inci gibi bir yazı ve cetvelle çizilmişçesine düzgün şekiller ile doldurduğu kara tahta önünde en güzel bir Türkçe ile tane tane anlattığı Teknik mekanik derslerini dinlemek mutluluğuna erişmiş öğrencileridir. Çok geniş öğrenci kitlesine ders vermiş olan Prof. Ünsaç bugün derslerinde başarılı olmuş olmamış bütün öğrencileri tarafından gerçekten büyük bir hoca olarak anılmaktadır. Prof. Ünsaç ders dışında öğrencilerle ilişkilerinde arkadaşça davranır, her türlü problemlerinin çözümünde yardımcı olurdu. Eli açıktı, para bakımından sıkıntıda olan pek çok kişiye açık veya gizli yardımları olmuştur. Son derece nazik ve çelebi bir kişiliği vardı. Konuşma dili çok temiz ve ölçülü idi. Evinde çok zengin bir kütüphanesi vardı. Bu kütüphane nadir bilimsel kitaplar bir yana Journal of Applied Mechanics gibi bazı dergilerin koleksiyonları bile bulunuyordu. Kendisinin ayrıca klasik Türk müziğine büyük merakı vardı ve pek çok değerli icranın kaset kayıtlarını saklıyordu.

Prof. Orhan Ünsaç 5 Mart 1995 tarihinde vefat etmiştir. Yetişmelerine büyük katkıda bulunduğu ve hayatını vakfettiği öğrencilerinin nesilden nesile aktarılan anılarında yaşayacaktır.

Orhan Ünsaç Anılar Albümü için Tıklayınız (düzgün görüntü için internet explorer tavsiye edilir)
Bu da iki değerli hocamız Mustafa İnan ve Orhan Ünsaç ile ünlü mekanik profösörü Timoshenko'nun beraberce yer aldığı bir fotoğraf



23 Ocak 2008 Çarşamba

ANILARIMDAN Niyazi Galipoğulları

Amerikalı Kadın Askerler Dahran’da.(1991)
ABD Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi ile S.Arabistan’a askeri yığınak yapmaya başlamıştı. Kuveyt sınırına yakın yerlerde askerleri için barınaklara ihtiyaç vardı. Fakat bu barınakları ABD şirketlerine ya da bilinen yabancı şirketlere yaptırmak istiyorlardı. Bu durumlarda öncelik daima Bechtel’de olurdu. Sonraki harekâtlarda da öncelikler değişmediği görülüyordu.
Biz Enka olarak Ankara Otoyolunu Bechtel ile JV ortaklığında yürütüyorduk. Bechtel barakaları birlikte yapma teklifinde bulundu. Biz de prensip olarak kabul ettik. Bechtel üst yönetiminden R.Polvi ile Dahran’a gittik. İlk defa savaş tehdidinde bir ülkeye gidiyordum. Dahran S.Arabistan’ın hareketli kentlerinden biri iken sessizleşmiş, tenhalaşmış sanki atom bombası düşmüş gibiydi. Mangalda kül bırakmayan o mağrur Suudilerin yerini konuşmaktan bile çekinen yabancılara yanaşmaktan korkan yeni bir Suudlu tipi almıştı. Etrafa yan gözle bakıyor ve kendilerinin varlığını belirtmemeye çalışıyorlardı.
İlginç olan diğer bir husus ABD kadın askerlerin fütursuzluğuydu. Saçları rüzgarda dalgalanıyor, birbiri ile yüksek sesle konuşuyor, kepleri başlarından düştü düşecek, bazılarının kafasında zoraki duruyor, ceketlerinde göğüslerine yakın düğmeler de kendi memleketlerinde olduğu kadar açık. Oysa normal zamanlarda bu hanımlar mutavvadan birkaç değnek yer zorla evlerine gönderilirleri.
Yabancı bir ülkenin korumasında yaşamak zorunluluğu o milleti her türlü gelenek, kural ve kendi yasalarından ne ölçüde ödün verebileceğinin canlı örneğini görüyordum. Bu gözlemim bana o kadar çok şey anımsattı ki. Yazarsam konumuzun dışına çıkacağım için ve okuyucunun tarih kültürüne olan güvenim tam olduğundan yazmayı gereksiz gördüm.
İlk gemi gezisi (Aralık/1993)
G.Alsop Bechtel tarafından proje müdür yardımcısı, çok iyi anlaşıyoruz, okuyucunun kızmayacağını bilsem Türk elemanlardan daha iyi anlaşıyoruz diyebileceğim. George de benim gibi seyahat hastası. İş dışı konuşmalarımızın başlıca konularını seyahatlerimiz oluşturuyor. Gemi seyahatlerini tercih ediyor, özellikle Pincess Cruises denizyolları en fazla tercih ettikleri gemi gezi şirketi. Alsop çifti her yıl bazen bir bazen iki kez gemi seyahati yapıyor. Bana da beraber gitmemizi teklif etti. Yapı grubu müdürü Tamer Bilgiçer de bize katıldı, altı kişilik grup olarak Noel zamanı gemi gezisi yapmayı kararlaştırdık. Bir kısım Karayip adalarına uğradıktan ile Panama Kanalı’ndan geçecek Meksika’da iki limana uğrayacaktık. Gezimizin son durağı Los Angeles olacaktı.
Alsop çifti ile gezinin başladığı ABD’ye bağlı özerk bir ülke olan Porto Rico’nun başkenti San Juan’da buluşmayı planladık. Bilgiçerlerle birlikte Frankfurt üzerinden San Juan’a gittik. Kalacağımız otelin (Sands Hotel) rezervasyonunu önceden ben yapmıştım. Otele gittik, giriş işlemleri için kuyrukta bekliyorum, sıra bana geldi, görevli bayan özür dileyerek kalacağımız üç akşamdan ilkini başka bir otelde geçireceğimizi son iki akşam için bir sorun olmadığını söyledi. Böylesi bir uzun yolculuktan sonra bu haber hepimizde soğuk duş etkisi yapmıştı. Ben kabul etmek istemiyorum ama başka çare yok gibi görünüyor çünkü o akşam otelde büyük bir düğün varmış. Zaten oteldeki müşterilerin kıyafetleri dikkatimi çekmişti. Uzun tartışmalardan sonra bir anlaşmaya vardık. Akşam yemeğinde otelin lokantasında otelin davetlisi sayılacağız, diğer otele gidiş ve dönüşümüz organize edilecek, ayrılırken limana gidişimiz de otel aracılığı ile olacaktı.
Porto Rico’da yaşayanların çoğunluğu İspanyol kökenli olduğundan resmi dil İngilizce olmasına rağmen konuşma dili İspanyolcaydı. Bilmeyen için İspanya’ya bağlı bir ülke zannedilebilirdi. Yalnız boğa güreşi âdeti adaya taşınmamıştı. Mimari yüzde yüze yakın İspanyol mimarisi. İngilizce konuşan bir yana İngilizce bilen bence nüfusun yüzde yirmisinden fazla değildi.
Güzel bir yemekten sonra, düğün başlamadan lobi ve kumarhane salonunda düğün için dans antrenmanı yapan çiftleri bir süre seyrettik. Dansları tam anlamıyla büyüleyici bir ahenk içinde devam ediyordu. Anlaşılan Porto Ricolular boş zamanlarını dansla değerlendiriyorlar.
Saint Thomas (Aralık/1993)
San Juan’dan belediye orkestrası eşliğinde ayrıldık. İlk limanımız ABD’ye bağlı Virgin Adalarından St.Thomas. Minik bir ada ama ABD etkisi hemen kendini gösteriyor. Limandaki taksilerin tamamı kuyruklu Amerikan arabaları. En uzun yol on kilometreden fazla değil. Yolları, arabaları ve binaları ile ada değil sanki bir ABD kasabası. En önemli turistik eşyası kıymetli taşlar ve mücevherat.
Limanda deniz altı gezisi için küçük bir denizaltı duruyordu. Bana çok ilginç geldi. Balıklarla birlikte güzel bir gezi oldu. Yalnız gezide küçük bir şike vardı, dalgıç denizaltının yanında yüzerken balık yemi atıyordu. Bu güzel bir taktikti, balıklar denizaltının her yanını çevreliyordu.
Martinique (Aralık/1993)
İkinci liman; Martinique, Karaiplerdeki türistik 1,000 Km.2’lik minik bir Fransız adası. Bölgeden geçen gezi gemilerinin uğrak yeri. Biz de bu şekilde gitmiştik. Gemiden filikalarla Fort-de-France’ın iskelesine taşındık. Birlikte olduğumuz Alsop çifti daha önce buraya geldiklerinden gidilecek yeri biliyorlar. Limandan şehir hatlarından bir vapura bindik, on beş dakika kadar sonra başka bir limana çıktık. Hemen yanında bir otele girdik, deniz kenarındaki kabinlerde mayolarımızı giydik peşinden kendimizi okyanusun sularına bıraktık. Güneşlenmeye çok uygun bir bahçesi vardı. İsterseniz gölgede isterseniz güneşte kalabiliyorsunuz.
Güneşlenirken genç güzel bir Fransız kızı elinde mayolarla geldi. Bayanlara mayo satıyordu. O sırada yol arkadaşlarım George ve Tamer’le beraberiz. Hanımlar denizde. İyi ama dedik, mayonun vücutta görünüşünü nasıl anlayabileceğiz. Kendisi bikini mayolu. Hemen üst kısmı çıkardı seçtiğimiz mayonun üstünü giydi. Son derecede rahattı. Sağ ol ama tamamını görmek istiyoruz deyince hiç tereddüt etmeden alt parçayı da çıkardı. Gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı ama mayo çıkınca onun da altında ince bir mayo daha vardı. Kız işin profesyoneli olmuştu, her türlü gösteriye kendisini hazırlamıştı.
Gemideki akşam yemeği sırasında gündem buydu.
Grenada Adası (Aralık/1993)
Üçüncü liman adını ilk kez duyduğum Grenada Adası, İngiliz sömürgesi iken bağımsızlığını çok yeni kazanmış bir ülke. Tarihinin magazin yönü; bağımsızlığını o sırada ABD başkanı olan R.Reagan’a borçlular. Reagan’ın isteği İngiltere başbakanı, aralarında su sızmadığı bir sırada M.Thatcher tarafından kabul edilmiş. Bina duvarlarında Reagan’a teşekkür yazıları dikkati çekiyor.
Tropikal bitki örtüsüne sahip, güzel bir ada. Adalar takımı ise de ana adayı ölçü almak daha doğru olur. Diğer adalar ana adaya göre çok küçük kalıyorlar. Yüzölçümü 344 Km2 Tamamına yakın insanları zenci ve yapılı ama kişi başı milli gelirleri 5,000 doların altında. Nüfusu 100,000 kişiye yakın ama nüfus yapısına bakınca, değerler tutmuyor. Ülkedeki erkeklerin çoğu ülke dışında çalıştığı için kadın nüfusunun toplam nüfusa oranı %90 mertebesinde. Her yerde kadınlar var, her işi kadınlar yapıyor, tek tük erkeklere rastlayabiliyorsunuz, emekli, asker, polis ve devlet memuru olarak. Turizm en önemli gelirleri olduğu bilinci ile turistlere olan davranışları sıcakkanlı ve kibardı.
La Guaira ve Caracas (Aralık/1993)
Dördüncü limanımız Caracas’ın limanı sayılan La Guaira. Caracas 1,000 metre kadar deniz seviyesinden yüksek olduğundan deniz yolu ile gelenler, Venezüella’nın başkentine limanı başkente bağlayan otoyoldan gidiyorlar. Biz de kiraladığımız bir minibüsle Caracas’a gittik. Yol, geniş olmasına rağmen sıfır poligonunun sağlanması için bol virajlı olduğundan kolay bir yol değildi. Yağmuru bol olan bir bölge olduğundan bitki örtüsü zengindi. Şehre yaklaşırken geniş alanları kaplayan gecekonduları görüyorduk. Buradakiler, bizdeki gecekondularla kıyaslanamayacak sefillikteydi. Hem yapısal hem de sağlığa uygunluk bakımından. En önemli nedenlerinden biri, yasaya göre gecekondulara belediye hizmeti götürülmüyordu. Bizde gecekondu bölgeleri oy deposu sayıldığından belediye hizmetleri, inşaatı bitmeden gecekonduya ulaşır. Ankara otoyolunda kamulaştırma şeridi içinde kalan gecekondulara yörenin belediyesi, tekrar kurulabilmeleri için devlet arazini resmi olmasa kendi malıymışçasına tahsis etmişti bile. Gecekondu sakinleri daha taşınmadan elektrik direkleri dikilmiş, trafo konmuş elektrik getirilmişti.
Curaçao (Aralık/1993)
Beşinci limanımız Hollanda’ya ait, Henri Charriere’in (Kelebek-Papillion) sürüldüğü cüzamlıların toplandığı Curaçao Adası oldu. Yerlilerin çoğunluğunu Grenada’da olduğu gibi zenciler oluşturuyordu, farklı olarak adada önemli sayıda beyaz nüfus vardı. Yaşam düzeyinin yüksek olduğu anlaşılıyordu. Güney Amerika’dan ithal edilen petrolün ilk depolandığı yer burasıydı. Göz alabildiğine tank çiftliklerini görmek mümkündü.
Willenstadt adanın başkenti, bizim karaya indiğimiz şehir aynı zamanda. Bir kanalla hem ada hem de şehir ikiye ayrılmış. Kanalın karşı kıyısındaki binalar hem şekil hem de konum bakımından Amsterdam kanallarının kıyılarındaki binaların karbon kopyası denecek kadar benzer.
İnsanlar, ekonomik yönden iyi durumda olduklarından, son derece sıcak ve cana yakın. Yüzlerinden mutlu olduklarını anlamak çok kolay. Benzer yüzler Khartoum’da da vardı ama fakirlik diz boyu idi. Acaba ekonomik durumları bozulsa çehreleri nasıl olur diye insan düşünmeden edemiyor.

Panama kanalı(Aralık/1993)
Beşinci noktamız bir mühendislik harikası olan Panama Kanal geçişiydi. Sabahın ilk saatlerinde kanalın doğu girişine geldik. Kanala aynı anda giriş olmadığı için gemiler sıraya girmiş geçiş iznini bekliyordu. Kotralar ise daha küçük çaplı gemilere ekleniyor, batı çıkış ağzına geçebiliyordu. Gemimiz yolcu gemisi olduğundan bekleme süresi iki saatten fazla olmadı.
Giriş ağzına geldik. Aslında giriş havuzu demek gerekiyor. Çünkü Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu ile aralarındaki kara parçasını kot farkı teknik çözümde çok etkili bir biçimde kullanılmıştı. Geminin bir şekilde yükseltilerek sonra da alçaltılarak kanaldan geçişini sağlamak gerekiyordu. İşte bu yükseltmeler için havuzlar kullanılıyordu. Havuzların doldurulması için gerekli su Gatun Gölü’nden temin ediliyordu. Göl deniz seviyesinden 26 metre yükseklikte olduğundan suyu kolaylıkla kanalı besliyordu. Kanalın uzunluğu 80 kilometre, genişliği en dar yerinde 90 metre en geniş yerinde 300 metre civarındaydı.. Panama Kanalı doğudan batıya ya batıdan doğuya geçecek gemilere 13,000 Km.lik yol kazandıran çok önemli bir suyoluydu. Çalışma prensibi aşağıdaki sitelerden izlenebilir.
Geçiş süresi sekiz saati buluyordu. Kanalın dar olan yerlerinden geçerken, gemini üst güvertesinde oturuyorsanız ya da kamaranız yukarılarda ise kanala baktığınızda suyu göremediğiniz için gemi karada ilerliyor gibi görünüyordu. Pencerenin hemen önünde ağaçlar, tropikal bölgeye özgü bitki örtüsü yanında kuşlar dallardan bizi seyrediyordu. İnsanın kanalı geçerken hissettiği olağanüstü duyguların anlatılması gerçekten kolay değil. Havuzlara geldiğimizde işçilerin karıncalar gibi çalışması yanında 20.ci yüzyılın başından kalan palanga ve sistemlerin düzenli çalışmaları güzel görüntüleri oluşturuyordu. Bütün donanım bakımlı ve yeni yenilenmiş gibi. Kanalın işletmesini ABD üslenmişti, gelecek yıl -1994- işletme hakkı Panama’ya devredilecekti.
Acapulco (Aralık/1993)
Panama Kanalından geçtik ve kuzeye yöneldik. Sonraki limanımız Meksika’nın turizm merkezlerinden Acapulco. Sırası ile Kosta Rica, Nikaragua, El Salvador ve Guatemala sahillerinden Meksika Pasifik sahiline girdik ve Acapulco’ya ulaştık. Hava sıcak ve nemli, nefes almakta alışıncaya kadar güçlük çekiyoruz. Yine bir minibüs kiraladık. Sahilden Princess Oteline gidiyoruz. Sahil yolu bazı kesimlerde denizden elli metreye kadar yükseliyor. Yolun deniz tarafındaki villalar, belki saray yavrusu demek daha doğru, kıyıdan yukarılarda kartal yuvası gibi yerleşmiş. Hollywood’un ünlü artistlerinin mahallesi sanki, herkesin bir villası vardı. Villalardaki peyzaj mimarisi görmeye değer. Princess Hotel’e geldik. George bahçe düzenlemesini görmemizi önerdi. Gerçekten dediği kadar hatta daha fazlası ile güzeldi. Otelde ünlülerle her an karşılaşmak olasıymış.
Geri dönüşümüzde bir cafenin terasında oturduk. Karşımızda denizden yükselen kayalıklar, yüz elli metre olduğunu söylediler. Kayalığın tepesine bir şekilde çıkan Meksikalı gençler, oradan denize atlıyorlar. Bizim adrenalimiz yükseldi, onlarınki ne olmuştur kim bilir. Denize ulaşmadan kayaya çarpıp parçalanmak işten değil. Çok şükür oradayken böyle bir kazaya tanık olmadık.
Yarım saat kadar yaklaşık 250 metre uzağımızdaki gösteriyi merak ve korku ile izlerken bir şeyler içtik ama doğrusu ne içtiğimi hatırlamıyorum. Kalkarken içilenlerin yanında adet olduğu üzere seyir ücretini de ödedik. Acapulco’lu gençler para kazanma yolunu bu denli tehlikeli gösterilerle bulmuşlardı.
Cabo San Lukas (Aralık/1993)
Gezideki son limanımız Baja Yarımadasının güney ucundaki Cabo San Lukas. Bu limandan sonra Los Angeles limanından gemiyi terk edeceğiz.
Çoğu limanlarda olduğu gibi belediye orkestrası ile karşılandık, tek eksiklik bizdeki kılıç kalkan ekibi. Bazı limanlarda yerel oyunlar da orkestraya katılıyordu. Yalnız burada diğer limanlardan farklı olarak karşılayanlar içinde iri bir kedi büyüklüğünde kocaman gözlü timsah ile kertenkele karışımı suratlı bir iguana vardı. Sahibinin kucağında, gemiden inen yolculara şaşkın şaşkın bakıyor. Hanımlar çığlık çığlığa, merdivenden inen iguanadan on metre uzakta durmayı tercih ediyor. Türklük var ya bizde hiç tetiğimi bozmadım. İguananın sahibinin dikkatini çekmiş olmalıyım, iguana ilk ziyaretini benimle gerçekleştirdi. Kucağımda karşılıklı birbirimize bakıyoruz. Sevimli hayvan diyeceğim ama sevimliliğin ‘s’si yok. Bu arada bütün objektifler bize dönük, flaşlı ve klikli bir ortam içindeyim. Bir yeri ziyaret eden bir başbakan, ya da ünlü biri ruh halindeyim. Fotoğraflarım başta ABD olmak üzere her yere ulaşmıştır sanırım bu ilginç yöntemle. İguanayı sahibine küçük bir bahşişle geri verdim. Sahibinin kazancı bu hayvan sayesindeydi.
San Lucas tam bir turizm beldesi. Mağazalar, cafeler ve lokantalar ön planda, tabii bir de döviz büroları. George’nin dünya tatlısı eşi Anna, bu şehri çok seviyor, bizi bir cafeye götürdü. Cafenin girişe göre karşı duvarında palangalı bir düzenek var. Hanımlar için yapılmış özellikle. Anna, ayakucunu direğe getirerek yerden on santim yükseklikte ve duvara dik duran yatay platformun üzerine yattı. Ayak bilekleri palanganın halatları ile sıkıca bağlandı ve cafedeki görevli palanganın ipini çekerek Anna’yı ayaklarından yukarı tepe üstü kaldırdı. Turistik bir işkence aleti.

19 Ocak 2008 Cumartesi

TABLOLARIMDAN SEÇMELER - İlyas Ürey

Balıkcı ve ateş
( Rusyadan aldıgım bir tablonun etkisinde yaptıgım bir resim. Tabii bitince rus ressamın tablosuyla hic alakası kalmadı.)
Baharın rengi( Bu resmi objeye bakarak calıstım. En cok cam vazoyu yaparken zorlandım.)
Enerji( Amasya halk oyunları ile ilgili bir brosurden bakarak yaptım.)
Mavi sonsuzluk( Bu resmi hayalden yaptım. Bu tip tabloları yapmadan onca tuval tamamen siyaha boyanıyor sonra cakıl tasları bir bir isleniyor. bunlar kuruduktan sonra deniz ve diger objeler yapılıyor. Bu tip tablolarda en hosuma giden tasların bir kısmının suyun altında imajını vermek. Belki vardır ama, bu tip calısmayı benden baska calısan baska ressama bu gune kadar rastlamadım. Bu tablo bir dostuma verilecek.)
İhtiyar oduncu( Silme ve fırca sistemiyle yapılan bir resim. Bu tip calısmalar benim daha hosuma gidiyor ama biraz zahmetli oldugu icin nadiren yapıyorum. Bu tabloya oglum el koydu.)
Kırmızı( Hayalden yapılan sirin bir resim.)
Tepedeki kulube( National Geographic'teki bir fotograftan yaptım. Fotograftaki gibi, arkadaki agacları sisler icinde gostermeye calıstım, ama ne kadar muaffak oldum takdir sizlerin.)

Nehirde sabah( Bir kartpostala bazı ilaveler yaparak bu resmi hazırladım. Bu tablo bir dostuma verilecek.)

Kır cicekleri( Bu resmi hayalden yaptım.)

Yalnızlık( sadece silme ve tek renk sistemiyle yapılan bir resim. Su anda Antalya da eski patronuma ait tatil koyunde bir duvarı susluyor.)
Safranbolu(Safranboluya ait bir kartpostaldan yaptım.)

17 Ocak 2008 Perşembe

ANILARIMDAN - Niyazi Galipoğulları

I.ci Dünya Turu (1979)

Japonya dönüşünü İstanbul üzerinden yapmayı düşünüyorum. Şarık Abinin de onayını aldıktan sonra, Kobe’de bir seyahat acentesine gittim. Riyadh’dan Kobe’ye doğudan gitmiştim. Doğudan devam ederek İstanbul’a ve İstanbul’da birkaç gün kaldıktan sonra Riyadh’a dönecektim. Fakat uçaklarda yer bulmak olanaksız gibiydi. Acentede çalışan Japon kız, iki gün sonra tekrar uğramamı, bu arada elinden geleni yapacağını söyledi. Sonunda başarılı olmuş bana Kobe – Tokyo – Alaska’nın batı kıyısında şirin bir şehir olan Anchorage – Frankfurt – İstanbul güzergâhında yer bulabilmişti.

Rahat bir yolculuktan sonra İstanbul’a geldim. Bu seyahatin benim için birinci özelliği hep doğuya giderek dünya turu yapmıştım, ikinci özelliği ise Anchorge’ı havadan da olsa görmüş ve gümrüksüz mağazalarında (Free Shop) en çok kürk satılan havaalanı ile tanışmıştım. Sosisli sandviçleri (Hot dog) harikaydı. Sonraları bu havaalanına yine gelecek ve ilk iş olarak hot dog yiyecektim.

II. Dünya Turu (1982)

Süheyla ile karar verdik, dünya turu yapacağız. Güzergah; İstanbul’dan başlayarak; Dubai, Yeni Delhi, Bankong, Singapur, Hongkong, Tokyo, Honolulu (Hawai), San Francisco, New York, Nice, Frankfurt ve dönüş İstanbul. Dubai, Yeni Delhi ve Frankfurt’tan transit geçiyoruz. O yıllarda Pan American (PA) uçaklarının PA1 ve PA2 numaralı uçuşları vardı. PA1 batıdan doğuya, PA2 ise doğudan batıya giderek dünya turunu tamamlıyordu. Biz Singapur ve S.Francisco’ya gitmekle geçici olarak PA2 güzergâhından ayrılmış oluyorduk ama fiyatta fazla bir değişiklik olmuyordu. Önemli fark Singapur’dan geliyordu ama Şarık Abi orayı mutlaka görmemizi salık vermişti.

Yine o yıllarda yurtdışı çıkışları, daha önce işaret ettiğim gibi, iki yılda bir kez olmak üzere sınırlandırılmıştı. Ben S.Arabistan’da ikamet ettiğimden ailece yurtdışı çıkışlarında sorun yaşamıyorduk. Ancak bu çıkışımızda pasaport polisi, pasaportlarımızı uzun uzun inceledi ve bizim yurtdışına çıkamayacağımıza karar verdi. Her ne kadar ben;’’S.Arabistan’dan yola çıksaydım ya da ilk durağım S.Arabistan olsaydı ya da S.Arabistan’a Bangkok’tan gidersek ne olurdu?’’ diye sordumsa da ikna edemedim. Bunun üzerine komiserin hakemliğine başvurduk. Sonuç neyse ki lehimize tecelli etti!

Yeşilköy Havaalanından B–747 uçağına sadece iki yolcu bindi. Sanki kocaman uçak bizi almak için gelmişti. Programımızdaki ilk durağımız Bangkok’a ulaştık. Sonra Singapur ve Hongkong. Çok güzel günler geçirdik. Daha önce Japonya’yı görmüştüm ama Japonya Uzak doğuyu her özelliği ile yansıtmıyordu. Uzakdoğu’da son durağımız Tokyo’da da üç gün kaldıktan sonra ver elini Hawaii Adalarından Oahu Adasındaki Hawaii’nin başşehri Honolulu. Waikiki sahilinde Sheraton Waikiki otelinde kalıyoruz. Sahil göz alabildiğine uzun geniş bir kumsal. Denize indik. Sahil iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık. Süheyla havuza girmeye karar verdi. Ben, buraya kadar gelmişken denize girmeyi tercih ettim. Yalnız yüzmeye başlamak için yüz metreye yakın yürümek gerekiyor. Hem deniz sığ olduğundan hem de sahilin kalabalık olmasından. Hawaii henüz Türkiye’de popüler olmadığından ülkemiz vatandaşlarına rastlayacağımı hiç düşünmüyordum, ama yanılmışım, yanımda bir Türk karı-koca birbirlerine su atarak şakalaşıyor. Erkek karısına belden aşağı şakalar yapıyor, ayrıca akşam yatak programını nutuk atar gibi anlatıyor. Oysa karısı temkinli; ‘’ Böyle konuşma Ahmet (İsmi uydurdum) anlayan olur’’ diye ikaz etmesine karşı kocası; ‘’S..tir ulan kim anlayacak, burada Türk ne arar?’’ diye karısını kibarca(!) ikna etmeye çalışıyor. Ben kahkahalarla gülmemek için yanlarından acele ile uzaklaştım.

Öğle yemeğinde pizza yemeye karar verdik. Pizzalarımızı menüden seçtik ve garsona söyledik. Dört ayrı büyüklükte pizza vardı. Baby – Small – Medium – Large.gibi.Süheyla small bende medum ısmarladım. Biraz sonra pizzalarımız geldi, small olanın çapı en az 30 cm. Medium olanın ise en az 50 cm. Ertesi gün ben small, Süheyla baby ısmarladı.

Hawaii’de üç gün kaldıktan sonra vahşi batının bence en güzel kenti San Francisco’ya geçtik. Gerçekten çok şirin bir yer, sonra doğunun incisi New York’a uçtuk. Havaalanında bizi rahmetli Sadi Gülçelik’in oğlu Ali karşıladı. Kiraladığı limuzin ile otele gittik. Fakat Ali’nin bize kötü bir haberi vardı. Şarık Abi ağır bir trafik kazası geçirmiş ve Lozan’da hastaneye kaldırılmıştı. Muhakkak ziyaret etmeliydim. Biz Nice’te Murat Abi ile buluştuk. Onun Cannes’te evi vardı. Evinde iki gün kaldıktan, harika vakit geçirdikten sonra Lozan’a geçtik. Şarık ağabeyimizi ziyaret ettik ve ertesi gün Basel’den Frankfurt’a oradan da İstanbul’a geçtik. Yirmi dört günlük güzel, dolu dolu bir geziydi.

Turgut Özal ile Suuda Gidiş

Turgut Özal, 12.Eylül.1980 askeri darbesinden sonra kurulan B.Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevine getirilmişti. Bu görevinden bilinen nedenlerle ve yeni bir parti kurmak için yirmi iki ay sonra istifa etmiş, 1983 ortalarında Anavatan Partisini kurmuştu. Görevinden istifa ettiği yılın sonuna doğru Enka’dan Özal’ın S.Arabistan’a gideceği ve benim de ona yolda arkadaşlık etmemin uygun olacağı haberi geldi. Ben o sırada Enar’da çalışıyor, arada İstanbul’a geliyordum. Özal’ın gidişi bir tesadüf eseri olarak benim İstanbul’da bulunduğum zamana rastladı. Özal’a darbe öncesi Demirel Hükümetince Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşar Vekilliği görevi verilmişti. Bu sıralarda B.Elçi ve bir yardımcısı ile Riyadh’a gelmiş ve o sırada yeni başlayan Wasia şantiyemizi ziyaret etmişti. Birlikte Riyadh’daki lojmanda yemek yemiştik. Yani Özal ile bir tanışıklığım vardı.

Uçağın ön kısmında beraberdik. Doğrusu üç buçuk saatlik Riyadh yolculuğunun nasıl geçtiğini anlamadım. Sürekli hayatından, çalışmalarından, olayların yorumundan bir şeyler anlattı. Aralara da dini içerikte fıkralar ve hikâyeler sıkıştırmayı da ihmal etmiyordu. Kurmayı düşündüğü parti ile ilgili bir şey söylemedi, ben de sormamıştım zaten.

Oteline bıraktıktan ve bir ihtiyacı olduğunda beni tereddüt etmeden aramasını rica ettim ve kartvizitimi verdim. Ertesi gün aradı ve iki bakanla öğle yemeği randevusu olduğunu, benim de katılmamı istediğini söyledi. Özal’ı otelden aldım ve birlikte öğle yemeği randevusu olan büyük bir spor tesisinin lokantasına geldik. Bakanlardan biri maliye diğeri ise yanılmıyorsam ulaştırma bakanıydı. Her iki bakanı zekâsı ve bilgisi ile adeta eziyordu. Keşke bu zekâ ve bilgisinin yalnız rasyonel tarafını kullanarak ülkemize yararlı olabilseydi. Neyse yemeğe devam edelim. Bu sırada OPEC petrol fiyatına zam yapma kararı almıştı. T.Özal, kelimesi kelimesine olmasa bile, ‘’Yaptığınız zam petrolün fiyatını olması gerekenin üstüne çıkarıyor. Petrol politikasını bu zamla sürdürmeye kalkarsanız kısa bir zaman sonra ekonomik krize girersiniz.’’ dedi. Özellikle 80’lı yılların ilk yarısından hemen sonra petrol üreten ülkeler, petrol fiyatlarının yükselmesi sonucunda önemli tasarruf önlemleri ile dünya petrol sarfiyatının azaldı. Bu önlemler OPEC üyelerine ekonomik güçlükleri de beraberinde getirdi. Petrol fiyatları da bir süre sonra olması gereken düzeye indi. Oysa şimdi petrol ihraç eden ülkeler için tamamen ters, yüz seksen derece ters hem de, bir ekonomik durum söz konusu.

Sheychells’te Yılbaşı (1985)

1985 Yılbaşı için Sheychell’leri seçtik. Gerekli hazırlıkları yaptık. Her şey hazır, Riyadh’dan Cidde’ye uçuyoruz. Sonra AF ile Sheychell Adaklarının başkenti Mahe’ye uçacağız. Biletlerimiz hazır iki çift olarak gidiyoruz, Asude ile Fırat da bizle beraber, toplam altı kişi.

S.Arabistan’da oturma izni olanlardan çıkış giriş (Huruc-u Avda) vizesi isteniyor. Bu vize sadece bir defalık geçerli, sonraki çıkışınızda yeni bir vize alınması gerekiyor. Ben genel müdür olduğumdan bana bir yıllık ve limitsiz huruc-u avda vizesi veriyorlar. Ama ne eşimin ne de çocuklarımın bu tür vizesi var. Onlara her seyahatte vize aldırıyorum.

Perşembe akşamı yola çıkıyoruz. Perşembeleri öğlene kadar çalışılıyor, Cuma hafta sonu tatil günü. Sabah ofiste iken aniden çocuklara vize almadığımı anımsadım. Benim vizem olduğundan sanki onlar için sorun yok gibi şuuraltından düşündüm herhalde. Hem çok az zamanımız var hem de Perşembe. Ortağımıza telefon ettim, durumu anlattım. Canımı sıkmamamı, vize işini halledebileceğini söyledi. Tabii ki benim rahatlamam söz konusu olamazdı. Vizeyi Cidde Havaalanı’ndan alacaktık.

Cidde’ye geldik. Görevli kişiyi ismen aradım. Birkaç dakika sonra elimde pasaportlarla görevlinin odasındaydım. Karşılıklı hatır sormalardan sonra ne içeceğimi sordu. Ben içmek istemiyorum ama ayıp olacak, çay istedim. Pasaport vizeleri tamamlandı ama çay henüz yolda. Yarı Türkçe, yarı Arapça, yarı İngilizce sohbet ediyoruz. Benim gözüm duvardaki saatte. Yelkovan sanki saniyeleri gösteriyor. Zaman almış başını gidiyor ne çare bizim çaylar bir türlü gelmiyor.

Çaylar geldi, kocaman bardak iki yudumda bitti ve son çağrı ile uçağa bindik. Altı saatlik yolculuk beni sakinleştirmişti. Yaşları kim bilir kaç asır olan iki koç büyüklüğünde kaplumbağanın karşıladığı otele geldiğimizde Sheychells havasına girmiştim.

Yeşilin ve diğer renklerin her tonu olan bir tabiat ve güler yüzlü kibar insanlar Sheychells’in özelikleri. Sosyalist bir idare tarzı ile yönetiliyor ve taksilerde, dükkan camlarında o zaman henüz bölünmemiş olan Yugoslavya bayraklarının çıkartmaları dikkat çekiyor. Yugoslavya ile hem kültür-eğitim ve hem de ekonomi alanında çok yakın ilişkiler içinde idiler. Bir ara İngiliz sömürgesi olmuşlar. Hepsi mükemmel İngilizce konuşuyor. Trafik İngiliz usulü, soldan akıyor. Havaalanından Mahe’ye giderken geniş bahçeli ve yeni yapılmış bir caminin önünden geçtik. Genellikle tepelik bir arazisi olan adanın bu kısmı ova gibiydi. Birleşik Arap Emirliklerinden (muhtemelen Dubai) emirin biri bu araziyi satın almış ve zarif bir cami inşa etmişti. Halkın %99’u Hıristiyan’dı. Toplam Müslüman nüfusu kalan %1’in bir kısmıydı.

Wiesbaden (1987)

Çocuklarla gezimizin son durağı olarak Wiesbaden’e gittik, bu denli şirin bir şehri mutlaka görmelerini istiyordum. İkinci gün bir taksi kiraladık ve bağları ile ünlü Rüdesheim’e gittik. Yolda şoförle konuşuyoruz. Şoför aniden hatırlamış gibi, nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu, İstanbul’da yaşadığımızı söyledik. Adeta şok geçirdi, şaka yaptığımızda ısrar ediyor. Kendine göre nedeni; benim bıyıklarım yoktu, hiçbirimiz esmer değildik, çatık kaşlı değildik, yüzümüz gülüyordu, kendi ölçülerine göre kibardık, yüksek sesle konuşmuyorduk. Biz, Türkler hakkındaki kanaatini genellemenin yanlış olduğunu, Bavyeralılarla diğer yörelerdeki Almanların kibarlık ve incelik bakımından ne kadar farklı olduğunu söyledik. Bize hak vermişti ama daha önceden ne olduysa şokun etkisinden tamamen kendini kurtaramamıştı.

İstanbul’a ne zaman döneceğimizi sordu, bizi havaalanına götürmek istiyordu. Ertesi gün aynı taksi ile havaalanına gittik.

Otoyol JV Mukavelesi (1987)

Ankara Gerede ve Ankara Çevre otoyolu yapımı için Bechtel’le ortak girişim – joint venture (JV) ortaklığı kurduk. İnşaat için gereken kredinin önemli bir kısmını Bechtel sağlayacak. Bechtel dünyanın en büyük üç firmasından biri. Bu işle başlayan Enka – Bechtel birlikteliği hala hiçbir sorunla karşılaşmadan devam ediyor.

Otoyol için aramızda JV mukavelesi yapacağız, pilot firma Enka. İş geliştirme bana bağlı olduğundan mukavele hazırlamak benim görevlerimin içinde sayılıyor. Şimdi Enka’nın genel müdürü olan Haluk Gerçek, iş geliştirme biriminin müdürü. JV mukavelesini birlikte hazırlıyoruz. Hazırladığımız mukaveleyi Bechtel’e göndereceğiz onların da oluru ile karşılıklı imzalanacak. Mukaveleyi hazırlarken Enar sırasında Bahreyn Üniversitesi’nin inşaatında Bechtel ile yaptığımız mukaveleyi ve Atatürk Barajı’nda yine Bechtel ile yaptığımız mukaveleyi örnek aldım. Her iki ortaklıkta da Bechtel pilot firmaydı. Otoyol işinde biz pilot olduğumuza göre ve inşaatın cinsini göz önüne alarak mukaveleyi hazırladık. Temize çektikten sonra Bechtel’in San Francisco merkez bürosuna gönderdik.

Bir hafta geçmişti Şarık Abi beni odasına çağırdı. Yüzünün şeklini görünce hayırlı bir iş olmadığını hemen anlamıştım. Gönderdiğimiz örnek mukavelenin kabul edilebilir olmadığını söyledi. Bechtel kabul etmedi ama bende olsam kabul etmezdim demek istiyordu. Ben değil böyle bir tepkiyi, tam tersine takdir bekliyordum, oysa takdir değil tekdir edilmiştim. Maddelerden biri; ‘’ortaklar bir konu hakkında aralarında anlaşamazlarsa pilot firmanın önerisi kabul edilir, uygulama bu doğrultuda gerçekleştirilir, buna karşılık diğer ortağın üçüncü şahıslara başvuru hakkı saklı tutulur’’ şeklindeydi. Ben bu maddeyi Bechtel’in pilot olduğu diğer JV mukavelelerinden değişiklik yapmadan almıştım. Tek fark Enka’nın otoyol işinde pilot firma olmasıydı. Şarık Abiye taraflarca imzalanmış ve örnek aldığım mukaveleleri gösterdiğimde onların yanlış olduğunu söyledi. Maddeyi oybirliği olmadan karar alınamaz şekline dönüştürdük. Sorun çözülmüştü ama benim milliyetçilik duygularım kabarmıştı. Onlar ne yaparsa kabul ediyoruz, biz benzerini yaptığımız zaman onlar itiraz edebiliyorlardı.

Zamanla ve olayların gelişimi ile Şarık Abinin uzak görüşlülüğündeki doğruluğu daha iyi anladım. Hem Bechtel ile işin başlangıcında bir anlaşmazlığa girmemişti hem de bundan sonraki ortaklıklarda, Bechtel pilot firma olsa bile ilgili madde değişmiyordu. Başarının sırlarından biri de buydu demek.

12 Ocak 2008 Cumartesi

GEZDİM GÖRDÜM - Aphrodisias - Cengiz Caner

Bir zamanlar Lidya eyaletinin başkenti olan Aphrodisias, Nazilli’nin 38 km güneyinde Karacasu nahiyesinin
-->Geyre Köyü civarında bulunmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren yöreye ilgi başlamış ve çeşitli dönemlerde çalışmalar yapılmıştır. 1961 Yılında yöreye gelen Arkeolog Prof.Kenan Evrim’in girişimleri sayesinde New York Üniversitesinin katkıları ile ilk çalışmalar başlamıştır. Hocanın ölümünden sonra da New York Üniversitesi Arkeologları çalışmaya devam etmektedirler.

11 Ocak 2008 Cuma

ANILARIMDAN - Jukovski - Niyazi Galipoğulları

Jukovski

Moskovanın 50 Km yakınında şirin bir şehir. Uçak tasarımlarının ve bazı deneylerin yapıldığı NASA yavrusu bir kent. Bir toplantı Enka’dan bir temsilci davet edilmişti. Görev bana verildi, Şubat 1989. Akşamları Moskova’da Danilovski Otelinde kalacaktım. Kilise otel karışımı tarihi bir yapı. Her yer haç ve kutsal eşyalarla dolu, ayrıca, bence şarap ve votkası ile de ünlü. Organizasyon şirketi katılımcılar için 07.00 de Jukovskiy’e otobüs ayırmıştı. Toplantının süresi üç gündü.

Sabah yediye yetişmek belki zor değil ama otelin çıkış kapısından otobüse yürümek, işte o çok zordu. Soğuktan yüzümdeki her şey bağımsızlığını ilan ediyordu. O süre içinde ne burnumun, ne yanaklarımın ne de kulaklarımın benimle ilişkisi kalmıyordu. Otobüse bindikten birkaç dakika sonra iletişime geçebiliyorduk.

Konferansın konusu, bütün bu araştırma tesisinin yenilenmesiydi. Yenilenme sırası nasıl olmalı, iş programı buna göre nasıl düzenlenmeli ve finans şirketleri için burası hangi açıdan ilginç olurdu?

Konferans olmadığı saatlerde bize tesisleri gezdiriyorlardı. Önce geleceğin hava ve uzay taşıtlarının maketlerini gösterdiler. Çok ilginç tasarımlar vardı. Bu tasarımların hayata geçmesi önümdeki en büyük engel parasal kaynakların sınırlı olmasıydı. Tahmin ediyorum, bugün yani neredeyse yirmi yıl geçti, hele bugünkü durumda çok şey değişmiştir. Bulunduğum sıralarda parasal sorunları görmek her yerde mümkündü.

Gösterdikleri ikinci mekân ses tünelinin olduğu araştırma bölümüydü. Tesisin diş kapısı ahşap, anahtar yerine omuzlar kullanılıyor. Bir omuz darbesi kapının açılmasına yeterli oluyor. Bir koridora geçtik. Döşeme on beş santim genişliğindeki tahtaların yan yana çakılması ile oluşmuş. Yürürken dinlendirici gıcırtı sesleri sizi izliyor. Koridorda biraz yürüdükten sonra sola açılan yine ahşap ama daha alçak bir kapının yanında durduk. Kapı aralık duruyor ve sanki biraz sonra menteşelerinden kopup düşecek. Rehberimiz kapıyı aynı yöntemle açtı. On kişilik grup içeri girdik. Döşeme içeride de aynı şekilde devam ediyor. Balkon gibi bir yere geldik.. Tavan yüksekliği elli metreden az değil. Balkonun yerden yirmi metre keder yükseklikte. Korkuluklarının yanına gittik. Önde büyük bir boşluk, biraz ileride tavana asılmış bir Tupolev 154 tipi bir yolcu uçağı (yanılmıyorsam en fazla 100 yolcu kapasiteli.) sallanıyor gibi geliyor ama sabitlenmiş. Solumuzda ses tüneli, ağzını açmış bir canavar gibi uçağa dönmüş.. Eliptik kesitte büyük bir boru gibi duruyor. O bölgenin sorumlusu Prof. İvan (İsmi ben uydurdum.) bize teknik bilgi vermeye görevlendirilmiş. Tünelden istenilen hızda hava veriliyor ve uçak kanatları ile gövdesinin formu bu hıza göre optimum olacak gibi biçimlendiriliyor. İvan’ın dediğine göre Boing firması uçak tasarımı için burayı kullanıyormuş. Ses tünelinden geçen havanın hızı 2 mach’a kadar olabiliyormuş. 1 mach = 340 mt./sn ya da 1224 Km/h olduğunu düşünürsek pek de yavaş sayılmaz.

Bu ansiklopedik bilgilendirmeden sonra ikinci mekâna geçtik. Aynı döşeme aynı sistem kapılar. Bu hacim yine Tupolev 154’e ait bir imalat atölyesi. Bir kısmı yerde bir kısmı yıkıldı yıkılacak ahşap, bir zamanlar mutfaklarımızda kullandığımız sandalyeye benzer sandalyelerde, bir kısmı geniş atölye masalarının üstünde oturmuş teknisyenler, uzmanlar v.s. Kadınlı erkekli elli kadar kişilik bir grup, hem konuşuyor hem gülüyor hem çalışıyor ve ses hızına yakın bir hızda uçan bir uçak ortaya çıkıyor! Gör de inanma ama nasıl inanmayayım ki? Bu tip uçaklarla defalarca uçtum.

Program bitti tekrar otobüsümüze dönüyoruz. Hava -25°C, her an bir kutup aysı ile karşılaşmaya hazırlanıyorum. Otobüs uzakta park ediyordu. Beş dakika yürümek gerekiyor. Donmazsak otobüse yetişiriz ama bugün buranın pazarı. Tezgahtakiler soprano, mezzosoprano ve alto sesler (Orta III. te müzikten bütünlemeye kalmıştım, o zamandan beri bu müzik terimlerini unutmuyorum.) ile bağırıyorlar. Bir ses karmaşası, bırakın bağırmayı soğukta ağzımı açıp yanımdakilerle konuşamıyorum. Merak ettim bu soğukta açık bir pazarda bu bağırış çağırışlarla ne satılır diye. Kurutulmuş balıklar ve çeşitli deniz mahsulleri, pastırma, sucuk, sosis ve o anda göremediğim başka şeyler.

Konferans konularını bir rapor haline getirdim ve iş geliştirme müdürüne verdim. Hava çok soğuktu ama güzel bir iş gezisi idi.

Uygun bir zamanda tekrar ziyaret etmek isterim. Bu günkü Rusya yirmi yıl öncesinden herhalde çok değişiktir.