12 Nisan 2008 Cumartesi

ANILARIMDAN - Niyazi Galipoğulları

ŞANTİYE VE SEYAHAT ANILARI IX.

Çapak Çukuru

Haddanenin yanında, kütüklerden çıkan çapakların toplandığı yer çapak çukuru. En zor inşaatlardan biri. Yaklaşık beş metre yeraltı su seviyesinin altında. Kuruda çalışabilmek için suyu sürekli çekmek gerekiyor. Suyu dev gibi dört adet motopompla çekmeye çalışıyoruz. Pompaların arıza yapmaması gerekiyor. Kazıyı bir türlü tamamladıktan sonra inşaata başladık. Pompalar yirmi dört saat aralıksız çalışıyor. Tabana demirsiz beton döküldü, şapın peşinden izolasyona başlandı. Hepimiz heyecanla çalışmaları izliyoruz. Bir arıza halinde suyun yükselmesi bize çok pahallıya mal olacaktı. Çalışmalar gece gündüz devam ediyor. İzolasyondan sonra demir döşemeye geçtik. Nihayet sıra betonlamaya geldi. Temel betonundan sonra su çekmedeki aksiliklerin etkisi azalıyor.

Betonu beton pompası ile dökmeye başladık. Hem biz hem de kontrollük, betonlama işini yakından izliyoruz. Tabanın kuru olması gerekiyor. Bir arıza halinde bütün emekler boşa gidecek. Betonlama gece de devam ediyor. Ertesi gün kontrol mühendislerinden biri çapak çukurunun ebatlarını ölçmeye karar verdi. Metreyi aldı ve çukura indi. Her şeyin doğru olduğuna o kadar eminim ki, ölçme işinden hiç rahatsız olmadım. En ölçüldü, boy ölçüldü gayet iyi. Sıra yüksekliğe geldi, belleğim beni yanıltmıyorsa beş santimetre gibi bir hata çıktı. Fazla olsa sorun değil ama eksik. Beton kalınlığı bu hatanın yanında çok fazla ama hata hatadır. Hemen teknik tartışmalar başladı. Betonu fazla dökmek çözüm olmuyordu. Çünkü iç hacmin tabanının kotu sabitti. Herkes sanki statik uzmanı. Bu arada beton devam ediyor. Durmak düşünce sınırlarının dışında. Projeyi çizen firmaya sormanın en uygun çözüm olduğuna karar verdik. Şantiyedeki Rus elemanlara danıştık, onlar da projecilere sordu, gelen cevap olumlu olunca herkes bir güzel rahatladı. Statik açıdan bir sorun yoktu. Temel betonu başarı ile bitirildi. Sıra betonarme perdelerin yani beton duvarların yapımına gelmişti. Su çekmeye devam ediyoruz. Ta ki çapak çukurunun iç hacmine eşit hacimdeki suyun ağırlığı çapak çukurunun ağırlından daha az oluncaya kadar. Aksi halde yeraltı suyu Arşimet Kanununa göre yapıyı oynatabilirdi. İnce hesaplardan sonra çapak çukurunun ağırlığının daha fazla olduğuna hükmettik ve kenar dolgulardan sonra su çekim işini durdurduk.

Betonlama bittikten sora kalıpları söktük, içini iyice temizledik. Bir haftalık bir incelemeden sonra su sızıntısı olmadığını görünce çok keyiflendik, benzer inşaatları yapanlara biraz kasıldık belki ama bütün deneyimlerimizi de aktarmayı borç bildik. Komşu şantiyede de benzer bir yapı vardı. Derinliği bizimkinden fazla olduğu için pompaları sala üzerine monte etmişlerdi. Su alçaldıkça sal da alçalıyor, böylece pompaların kritik su emme yüksekliğinin altında kalınıyordu. Mükemmel bir buluştu doğrusu. Ben de zaten teknik detaylarını kendi kitabımda da belirttim.

Yarıkkaya Rüzgârı

Şantiye ofis binasının bir kısmı yatakhane. Haddane dışında iki şantiyemiz daha var. Biri Hammadde, proje müdürü Özcan Özden (Özcan Abi) diğeri Kok Fırınları, proje müdürü Murat Abi. Her üç şantiyede de bekârlar şantiye binasındaki yatakhanede kalıyor. Şantiyeler tam pansiyon otel gibi. Her şantiye binasında yemek yenen bölümde masa tenisi oynanıyor. Her şey var. Şantiyeden hiç ayrılmadan yemek yiyorsunuz, yatıp kalkıyorsunuz, sporunuzu da yapıyorsunuz.

Yalnız küçük (!) bir ayrıntıyı unutmamak gerekiyor. Binalar ahşap sandviç panolardan oluşuyor. Çatısı da öyle. İskenderun’un ünlü bir rüzgarı var, Yarıkkaya adı ile ünlenmiş. Saatte yüz kilometrenin üzerinde bir hızla esiyor. Bazı yapılar için depremden tehlikeli.

Yarıkkaya başlangıçta öyle çok kuvvetli esmiyor bir süre sonra hızı maksimuma ulaşıyor. Gecikmeden önlem almak gerekiyor. Ama gecenin geç bir saatinde esiyorsa önceden önlem alma olanağı yok. İr akşam biz yattıktan sonra başlamış esmeye. Kimsenin haberi yok. Rüyamda duyduğumu zannettiğim korkunç bir patlama ile uyandım. Gözlerimi açtığımda kendimi uzay boşluğunda buldum, yıldızlarla kucaklaşmıştım. Kendime gelene kadar epey bocaladım. Yarıkkaya bizim çatıyı uçurmuştu. Biz de yatarken yıldızları görüyorduk. Ertesi gün herkes birbirine neler hissettiğini, şaşkınlık içinde neler yaptığını anlatıyordu.

Hırsız

İskenderun’a gittiğimde bekardım. Bir yıl sonra Süheyla ile evlendim. İlk evimizi İskenderun’da kurmuş olduk. Şantiyede geçen gecelerden sonra evlilik çok güzel bir yaşantı olmuştu benim için. Eşim de kısa zamanda İskenderun’a ve yeni yaşantısına uyum sağladı, birçok arkadaş edindi Her şey çok iyi giderken eve hırsız girdi ve eşime ait ziynet eşyasının hemen tamamını götürdü. İlginç bir zamanlama olmuştu. Hamilelik döneminde olduğu için işten sonra sık sık yürüyüş yapıyorduk. O gün yine yürüyüşe çıkmıştık. Bir ara eve girdim, bir şeyler aldım ve yine çıktım. Hırsız o sırada evdeymiş. Eve hırsız girdiği, ertesi gün anlaşıldı. Süheyla şantiyeye telefonla hırsız girdiğini söyleyince tam anlamı ile şok geçirdim. Böyle bir olasılığı hiç düşünmemiştim şimdiye dek. Hemen eve gittim, sonra birlikte karakola gittik, ifadeleri imzaladık, çalınan eşyaların bir envanterini verdik, bir ümitle ayrıldık. Ertesi günkü yerel gazetede manşete çıkmıştık. O zamanki İskenderun şimdiki ile kıyaslanamayacak ölçüde küçük. Hırsızın bulanabilme olasılığı benim mantığıma göre pek de düşük sayılmaz. Fakat ne yazık ki hırsızlık olayı yerel gazeteye haber olmanın ötesine geçemedi. Güzelim mücevherlerin üstüne bir bardak soğuk su içmekten başka yapacak şey kalmamıştı.

Adana’da Düğün

Süheyla ile hamilelik haberine çok sevinmiştik. Zaman hızla geçiyor, İstanbul’da doğum olmasına karar verdiğimiz için yol hazırlıklarına da başlıyoruz. Yedi aylık olunca, birlikte İstanbul’a gideceğiz, ben onu İstanbul’da bırakıp geri döneceğim, bebek bir aylık olunca da onları İskenderun’a alacağım. Programı yaptık ama kağıt üstünde kaldı. Nedenini anlatmaya çalışacağım. İlginç bir neden.

Yedi ay dolmak üzere. Yolculuk hazırlığı tamamlanmış gibi. Bu arada taşeronlarımızdan biri oğlunu evlendiriyor. Davetiye göndermişler. Biraz tereddüt ettik ama karar verdik düğüne gidiyoruz. Gidiş bir saatten biraz fazla sürüyor. Dönüş de bir o kadar, toplam üç saatlik bir araba yolculuğu. Yol o günün şartlarına göre düzgün sayılır..

Hazırlandık, dairenin kapısını çektik, gidiyoruz. Süheyla birden uyandı, anahtar kapının üzerinde kalmıştı. Kapıyı kırmadan eve girmeye olanak yok. Balkondan içeri girmeye karar verdim. Çatıya çıktım, oradan balkona atladım. Balkon kapısı da kilitli. Tekrar çatıya çıkacağım ama mümkün değil. Son derecede tehlikeli. Ben balkonda kaldım. Süheyla daire komşumuz Özcan Özden’lere haber verdi. Biraz sonra Özcan Abi çatıya çıkmış hem gülüyor hem de aşağıya baktıkça, bana elini uzatmaya korkuyordu. Anlaşılmıştı, ben ya balkonda kalacak ya da balkon kapısını kıracaktım. Anahtarı iç tarafta ve kilidin üzerindeydi çünkü. Alttan bir gazete sürüp anahtarın gazeteye düşmesini sağlamaya çalıştım. Sonuç alamıyordum, anahtar döndürülmüş haldeydi çünkü. Uzun uğraşlardan sonra anahtarı düşürmeyi başardım.

Düğüne gittik ve kazasız döndük. Çift daireli dört katlı apartmanın en üst katındaki dairede oturuyoruz. Apartmanımıza girdik, merdivenleri ağır ağır çıktık, daire kapısına yaklaştık kapıya iliştirilmiş bir kağıt parçası ve; ‘’İlk soygundan ders almadınız anlaşılan. Eşyaları da bizim için toplamışsınız. Merak etmeyin, çok yakında ziyarete geleceğiz.’’ diye yazıyor. Hırsız eve dadanmıştı. O akşam ikimizin de gözüne uyku girmedi. Ertesi gün kâğıdı karakola götürdüm. Büyük olasılıkla bir süre önce eve giren hırsızın yazısıydı. Karakolda kağıdı aldılar ve sonuçtan en kısa zamanda bilgilendirileceğimizi söylediler.

Bu son olaydan sonra tedirginliğimiz iyice artmış endişeye dönüşmüştü. Sonradan öğrendik; kâğıdı, komşularımızdan biri şakacıktan(!) yazmış ve kapıya iliştirmişti. Aradan birkaç gün geçmiş, sorun soğumaya başlamışken olayla ilgili itiraflar ortaya çıktı. Hem güldük hem kızdık ama hiç değilse endişelerimiz ortadan kalktı. Fakat biyolojik takvim Süheyla için normalin üstünde hızlanınca İstanbul’a gitmeden Fırat geldi. Evet Fırat erken gelmişti. Bir günlük küvez yaşantısından sonra gözlerini dünyaya açtı. Bir kilodan biraz fazla doğdu, altı ay sonra on kiloya yaklaştı, şimdi doksan kilo ve bir metre doksan beş santim.

Küvez de ayrı bir macera yaşattı bize. Doğum Devlet Hastanesi’nde oldu, oysa küvez SSK Hastanesi’nde. Özcan Abi’nin eşi ile Fırat’ı aldık, ama o kadar küçük ki ben kucağıma alamadım. Nevin Hanım sağ olsun Fırat, onun kucağında hemen bir araba ile SSK Hastanesi’ne gittik. Toplam iki küvezden neyse ki ikisi de arızalı değildi. Sağlam olana Fırat’ı yerleştirdik. Ben de başında kaldım. Hemşireler küvezde dikkat etmem gereken noktalar hakkında beni eğittiler. Isı düşerse, oksijen akımında aksaklık olursa v.s. Sürekli bebeğin hareketlerini izliyorum. Aradan iki saat geçmeden elektrikler kesildi. Jeneratör yokmuş. Yanılmıyorsam küvezi olmayan Devlet Hastanesi’nde jeneratör vardı. Neyse ki bir saate kalmadı elektrik geldi. Benim en büyük endişem küvez sıcaklığının düşmesiydi. İşin ilginç olan diğer bir yanı bebeği halen annesinin görmemiş olmasıydı. Ertesi gün küvez hayatı sona erdi, ana ile oğul birbirine kavuştu ve hikayemiz mutlu son ile bitti.

Oylama

Seçim günü yaklaşıyor. AP ile CHP kıran kırana bir yarış içinde. Liderler ne yapacaklarından çok birbirlerini karalayarak seçim faaliyetlerini sürdürüyor. Ecevit daha önde gibi. Her yerde Karaoğlan yazıları boy gösteriyor, ‘’Umudumuz Ecevit.’’ nidaları çoğunluğun dudaklarında. Gençlik ve solcular çoğunlukla Ecevit’i destekliyor. Patronlar AP’nin yanında.

Böyle bir seçim öncesi günde Şarık Abi, Sadi Abi ve o zamanki genel müdürümüz Gurhan Abi (Gurhan Abi daha önce Giresun’daki kağıt fabrika inşaatında proje müdürüydü.) İskenderun’a geldiler. Lokantada hep birlikte akşam yemeği yiyoruz. Yemek masasında otuz kişi kadar varız. Yöneticiler ve patronlar. Ana konu doğal olarak seçim. Hangi taraf kazanır, kazanan tarafın icraatı ne olur, neler olmalı. Konuşmalar son derecede düzeyli ama herkesin ses tonu birazcık yüksek. Şarık Abi: ‘’Hadi bir oylama yapalım, bizim masadan hangi parti çıkacak.’’ dedi. AP’nin çıkacağına emin. Oylama el kaldırma usulüne göre, açık oylama yani. ‘’CHP diyenler parmak kaldırsın.’’ Yirmiye yakın parmak –parmaklardan biri benim- havada. Ortalıkta şokun verdiği sessizlik. ‘’AP diyenler.’’ Beş-altı parmak havada. Şarık Abi kısa bir yorum yaptı ve konuyu değiştirdik.

Şarık Abi, Sadi Ab ve Gurhan Abi Haddane şantiyesindeki misafir odasında kalıyor. Yemekten sonra birlikte şantiyeye gittik. Beni Şarık Abi bir kenara çekti ve neden Ecevit değil de Demirel olmalı. Bir saate yakın beni ikna etmeye çalıştı. Ben fazla itiraz etmedim ama oyum yine de CHP’ye idi. Sonradan ikimizin de pek haklı olmadığı anlaşılacaktı.

Seçim oldu, en büyük parti CHP. Ne var ki milletvekili sayısı yüzde ellinin altında. Ecevit dincilere iktidardan pay veren dünyada ilk lider oldu. Sanayi bakanı MSP’den olunca İSDEMİR Lokalinde hemen içki yasaklandı. Koalisyonun ömrü uzun olmadı. Koalisyon hükümetinin en önemli icraatı Kıbrıs çıkartması oldu.

100 Tonluk İsmail

Bizim olduğu gibi bütün sahanın çelik elemanları Rusya’dan imal edilmiş halde geliyor, müteahhitler montajı yapıyor. Fabrika teçhizat ve makineleri için de durum aynı. Genellikle inşaatı yürüten firma aynı zamanda makine ve teçhizat montajını da gerçekleştiriyor. Bu montajların çoğu yüksek kapasiteli vinçler yapılabiliyor. Ruslar bunu düşünmüş olmalı ya da idare onlardan istemiş olmalı, her kapasiteden vinç gelmişti. 20 tonluktan 100 tonluğa kadar. Vince ihtiyacı olan müteahhit idareye başvuruyor ve belli bir ücret karşılığında vinci kiralayabiliyordu.

Bunun sonucunda doğal olarak, sahada en forslu ve en çok iltifat gören kişiler vinç operatörleriydi. Operatörler arasında kullandığı vincin kapasitesine göre ayrıca hiyerarşik bir düzen vardı. Vinci kullanan operatörün isminin başına kullandığı vinci kapasitesi belirtiliyordu. 20 tonluk Ahmet, 50 tonluk Hasan gibi. Tahmin edileceği gibi 100 tonluk vinçlerin – iki adet vardı – operatörleri sahanın en forslu kişileriydi. En fazla 100 tonluk İsmail ile çalıştığımızdan, 100 tonluk İsmail neredeyse kaderimize bile yön veriyordu. İş yapabilmek ancak vinçlerin yardımı ile mümkün olabiliyordu. 100 tonluk İsmail neredeyse protokolün en önde gelenlerindendi.

Yine Trafik Kazası

Giresun’daki kadar değilse de yine de sonucu daha kötü olabilecek bir kazayı İskenderun’da hafif sıyrık ve şişlerle atlattık. Hem de ailece. Kızım henüz doğmamıştı. Bayram tatilinde İstanbul’ gitmeye karar verdik. Araba –Murat 124 – ile sabah erkenden, şafak sökmeye başlamadan yola çıktık. İkimiz önde, Fırat arka koltukta pusetinin içinde yatıyor. Henüz altı aylık. Ortalık alaca karanlık, yüz kilometre civarı bir hızla gidiyoruz. Yol tamamen boş, arada bir kamyon ya da yolcu otobüsü geçiyor. Kendim göre çok dikkatli kullanıyorum. Birdenbire önümde bir kamyon belirdi. Yolun sağında park etmiş. Bende biraz daha yaklaştıktan sonra sollayıp geçeceğim. Soldan gelen var mı diye bakarken, bir gürültü ve sarsıntı, sonra arabanın burnu kalktı, direksiyon hâkimiyeti kayboldu ve sürüklenerek kamyonun altına girdik. Ön cam tamamen kırıldı. Ben başımı cama çarptım, Süheyla ayağını torpido gözünün altına çarptı, Fırat’ta bir şey yok yalnız avaz avaz ağlıyor. Her yer cam kırığı ile doldu. Pusetin içi cam kırığı ile dolu ama Fırat’a zarar vermemiş. Alnım öyle bir şişti ki kafamın hacmi ikiye katlandı gibi. Arabadan çıktık. Fırat’ı da çıkardık. Birbirimize bakıyoruz. Alnımdaki şişlik dışında önemli bir şey yok. Arabanın önü hurdahaş. Arabaya bakınca bize olanlar hiç önemli değil. Arabanın altında en az elli santim yüksekliğinde bir kaya parçası. Karanlıkta görülmesine neredeyse imkan yok. Onun üzerinde sürüklenmişiz. Biz şaşkınları oynarken yanımızda bir trafik polisi belirdi. Geçmiş olsun dileklerinden sonra, biraz mahcup; ‘’ Taşı yola ben koymuştum.’’ dedi. Nedeni çok ilginçti. Kamyon arıza yapmış ve sağda şimdiki gibi duruyormuş. Kamyonda reflektör olmayınca polis, reflektör yerine, etraf hala aydınlanmamış olsa bile, bu kayayı koymuş, arkadan gelenleri uyarsın diye. Akıl alır gibi değilse de önlem şekli bu.

Kazayı duyan civar köylüleri etrafımızı sardı. Hepsi bizi kendi evine davet ediyor. Çok duygulanmıştım. Birinin evine gittik. Su, süt verdiler, evde bir süre dinlendikten sonra yola çıktık. Tesadüfen şantiye arabalarından birine rastladık. Bizim arabayı görünce durmuş, köylülerden bizi soruyordu. Şantiyeden ikinci bir araba da geldi. Bizde çalışan mühendislerden biri eşiyle İstanbul’a gidiyordu. Ben şantiyeden ilk gelene arabayı tamirciye çektirmesini söyledim ve ikinci arabaya bindik İstanbul yoluna devam ettik. Beyin kanaması, iç kanama o yaşlarda pek fazla bir şey ifade etmiyormuş demek ki. Bindiğimiz araba bizimki gibi Murat-124’tü. Önde iki kişi, arkada Süheyla, ben ve dizlerimiz üzerindeki pusette Fırat. On dört saatlik zorlu yolculuktan sonra İstanbul’a vardık. Programımızda bazı engeller çıkmasına rağmen hedefe ulaşmıştık!

Haddanenin Kanalları

Haddane yapı olarak diğer sanayi tesisleri ile kıyaslandığında önemli farklılıklar gösteriyor. Taban döşemesinin altı üstten çok daha karmaşıktı. Tamamlandıktan sonra görülen makineler sanki tabana oturtulmuş gibi. Oysa altta devasa temeller ve temelleri birbirine bağlayan geniş kanallar var. İnşaat sırasında kanalların durumu ancak kalıplar alındıktan sonra belli oluyor. İnşaat kalfaları, yaptıklarının nasıl bir şey olduğunu ancak kalıplar alındıktan sonra anlayabildiklerini söylüyorlar. Mühendisler de aynı şeyi düşünüyor ama söylemiyorlar.

İnşaat bittikten sonra kanallarda dolaşmak için mutlaka bilen birini yanınıza almanız gerekiyor. Tıpkı bir labirent. Kaybolmak işten bile değil. Bu bölgeye dökülen beton yüz bin metreküpün üzerinde.

Şantiyenin Topu

Betonların büyük bir kısmını sabit beton pompası ile döküyoruz. Beton, özel borularla betonlama mahalline ulaştırılıyor. Kamyon üzerine monte edilmiş beton pompaları henüz yaygın olarak kullanılmaya başlanmamıştı. Sabit beton pompası ya beton tesisinin altında duruyor ya da betonlanacak bölge tesisten uzakta ise yakın bir yere kuruluyor, beton da beton mikseri (çırpıcı) ile pompaya kadar taşınıyordu. Pompanın betonu basabilme emniyetli uzaklığı yüz ile yüz elli metre civarı olduğuna göre yukarıdaki düzenlemelerden biri yapılıyordu.

Pompa ile dökülecek betonun kıvamı, çimento miktarı ve çakılların büyüklükleri belli değerler içinde kalmalı. Aksi halde pompanın veriminin düşmesi yanında boruların tıkanma riski de vardır. Diğer bir anlatımla beton pompası, betonda hata kabul etmez.

Betonlama işleminin sonuna boruların temizlenmesi gerekir. Betonun boruya giriş ağzına içi dolu lastik bir top yerleştirilir ve basınçlı su verilerek topun borunun ucundan çıkması sağlanır. Top ağızdan büyük bir hızla ve büyük bir patlama sesi ile çıkar. Top atılmış gibi çıkar. Bu lastik top pompanın orijinal bir ataşmanıdır. Fakat birkaç atıştan sonra parçalanır ve kullanılmaz hale gelir. İşte bu noktada Türk yaratıcılığı kendini gösterir. Çimento kâğıtları hafif nemlendirilir, lastik top büyüklüğüne gelinceye kadar sıkıştırılır, boru başlangıç ağzına yerleştirilir. Lastik topun yerini ala kâğıt top, lastik topun işlevini kusursuz yerine getirir. Şu farkla ki; çıkışta dağılır ve kağıt parçaları değdiği yere şarapnel (!) etkisi yapar. Dikkatli olmak gerekiyor. Tabii ki kağıt toplar sadece bir atımlık toplardı.



Hiç yorum yok: